İzleyiciler

5 Eylül 2014 Cuma

Bir Samimiyet Buhranı Anı


Bir Samimiyet Buhranı Anı

Doğan Şahin
 

“Bu fırsat bir daha elime geçmez. Bu fırsatı ben bile kendime bir daha vermem. Ey sevgili milletim, kendimde bu cesareti bulabilmek için dünya kadar içkiyi, çok kısa bir süre içinde içmiş bulunuyorum.”

Hayır, içmedim. Bu bir alıntı. Oğuz Atay’ın “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunundan aldığım bu replik, bir samimiyet buhranı anında söylenmiştir.

Oyunun kahramanı Coşkun şöyle devam eder:

“Ve böylece samimiyet buhranına kapılmış bulunuyorum. Ve şunu biliniz ki, yıllardır bütün paramı içkiye yatırmış bulunuyorum ve şimdi karımın kazandığı parayı da içkiye yatırıyorum ve karımın evi geçindirmek için dikiş dikmesini bilmezlikten geliyorum ve her şeyi bilmezlikten gelmiş bulunuyorum. Biraz daha rahat yaşayabilmek için evlendiğimi, sevmediğim bir kadının yanına sığındığımı, kaynanamın bunadığını, oğlumun serseri olduğunu resmen ve açıkça bilmezlikten geliyorum.”

“Suçlu olduğum anlaşılacak ve hayatıma kendi ellerimle son vereceğim.”

Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay’ın yazdığı tek oyun. Bu oyun, toplum tarafından dayatılmış oyunlardan kaçmak için kendine özgü bir oyun dünyası kurmaya, bitmeyen oyunlar yazıp, bu oyunlara tutunarak yaşamaya çalışan Coşkun’un şahsında Türkiyeli aydının hikâyesidir.

Demek en az iki tür oyun var, biri eve ekmek getirmek için, aile kurmak, çocuk yapmak, çocuk yetiştirmek için oynanan oyunlar, diğeri bu oyunların sıkıcı, kuşatıcı evreninden, yaşamın gerçekliğinden kaçmak için oynanan oyunlar.

Aslında biz memleketin “yarı”,” yarı zamanlı”, aydınları daha çok ikinci tarzdaki oyunlarda başarılıyız. Bir aile kurma, eve ekmek götürme ve çocuk yetiştirme, aile efradı ve akrabalarla ilişkiler sürdürme oyunlarda pek başarılı olduğumuz söylenemez. En güzel oynadığımız oyun ise “aydıncılık” oyunu. Mesela bu dergi için benim ve diğer yazarların bir şeyler yazması, sizlerin alıp okuması, bir iki kişi ile tartışması, sosyal medyada paylaşması, birkaç gün konuşup unutması bu oyunun çeşitli yönlerini oluşturur. Başka dergileri, kitapları da alır okur, çeşitli seminerlere katılır, panellere gideriz, ateşli, derin tartışmalar yapar ya da alay ederiz. Sanatla ilgiliyizdir, film, müzik festivallerine gideriz ayrıca elbette zevkimizi de geliştirmeye, iyi müzikten, iyi mekânlardan, iyi yemekten, iyi şaraptan velhasıl kaliteli şeylerden de anlamaya çalışır onları da öğreniriz. Tabi çevreye de duyarlıyızdır. Organik, ekolojik tarım olsun, organik beslenme olsun az buçuk bilir, saksıda da olsa bir şeyler yetiştirmeye çalışır ya da bir sahil kasabasına yerleşip doğayla iç içe olacağımız bir yaşamın hayallerini kurarız. Her bir şeyden az çok anlayan, önemli entelektüelleri tanıyan, kitaplarına en azından şöyle göz gezdirmiş, bir ikisini okumuş,  yeri geldiğine Sartre’dan, Lacan’dan, Althusser’den, Gramsci’den bahsedebilen biri olduğumuzu birbirimize gösterip, böylelikle birbirimizi onaylayıp kendi halimizden, hayatımızdan memnun oluruz.

Böyle söyleyince oyunu kötü bir şey olarak algıladığım sanılabilir. Hayır, oyun olmadan medeniyet olmaz, kültür olmaz. Uygarlık ve kültür dediğimiz şeyler bir bakıma oyun dizgeleridir. Birçok oyun bize hayatta yapmamız gereken şeyleri tekrar tekrar düşünmemiz yerine, kolayca yapma olanağı verir. Hayatın basit kurallarını öğretir.

Bu oyunlar sayesinde oturup kalkmayı öğrenir, mesela bir bayram sabahı neler yapacağımızı, bir partiye ya da düğüne gittiğimizde hangi rolleri oynayacağımızı belleriz. Bu oyunlar olmasaydı, kim ne vakit ne diyeceğini, nerde duracağını bilemez; kimin kimin elini öpeceği, kimin kime ne vereceği belli olmaz, hayat bir kaosa ve vodvile dönüşürdü. Hayatın ciddiyetini bu oyunlar sağlar.

Hayatı ciddi bir oyuna dönüştüren bu oyunlar, aynı zamanda hayatın tehlikeli spontanlığına karşı bir önlemdir ve dram denilen şey bu oyunların insanlar tarafından fark edilmemesi ve ciddiye alınması sayesinde mümkündür. Kıskançlık oyunu, aldatılmış eş oyunu, ihmal edilmiş akraba oyunu, küçümsenen kardeş oyunu,  yüzlerce çeşidi olan mağdurluk oyunları gibi binlerce oyun bizim “manalı” dramlar yaşamamızı sağlar.

Bu oyunlar, toplumsal hayatın ciddiye alınmasını, bir keşmekeşe dönüşmeden yeniden üretilmesini ve akışını sağlarlar.  Ancak kendiliğindenliği ve doğallığı törpüledikleri, insanların gerçek düşünceleri ve duyguları yerine, kalıpları koydukları için -ve aynı zamanda bunları yapabilmek için- bazı şeylerin üzerlerini örtmeleri, bazı şeyleri çarpıtmaları gerekir. Bu oyunların var olmaları, paylaşılmış inkâr ve çarpıtmalar sayesinde mümkündür. Sadece kralın çıplak olduğunu inkâr edersek, o “muhteşem” gösteriyi idrak edebiliriz. 

Toplumsal işlevleri son derece önemli oyunlar bu iki türden ibaret değildir.  Çok daha fazla oyun çeşidi var. Bunların kimi onarıcı, kimi kontrol duygusunu pekiştiricidir. Üstelik epeycesi eğlencelidir de. Hatta hayatın tadı, neşesi bu oyunlardadır.  Bu oyunlar olmadan, oyuncu havasına girmeden eğlenmek de pek mümkün değil,  ama bugünkü yazının konusu oyunlar olmadığından biz samimiyet buhranı meselesine geri dönelim.

Samimiyet buhranı, kültüre, kurumlara, kendimize, ailemize ve ait olduğumuz topluluklara ilişkin sahte imgeleri yaratan ve koruyan inkârların bir kısmının bir an için ortadan kalktığı andır. Bu anın nereye akacağı, hangi inkârları ortadan kaldıracağı, hangi yüzleşmelere zorlayacağı belirsizdir. Ve ortaya çıkan yeni durumun ne tür yeni kabul ve uzlaşmalarla nihayet bulacağı da belirsizdir. Herkesin rolünü bilip, gerektiği vakit sahne aldığı, her şeyin önceden bilindiği her zamanki oyunların aksine, tüm bu belirsizlik ve her şeye açık olma durumu, büyük bir gerginlik yaratır.

Samimiyet buhranına kapılan kişiler başkaları için de bir tehdit unsurudurlar. Çünkü itirafla, ifşa ile kalmaz teşhir de ederler. Bombanın kimin başında patlayacağı belli değildir. Ancak asıl tehdit duygusunu yaratan şey, kime patlayacağı değil, hangi inkarla yüzleşme durumunda kalacağımızı ve ortaya çıkacak bilgiyle nasıl baş edebileceğimizi bilememektir. .

Aydınların samimiyet buhranı genellikle içince ortaya çıkar ve samimiyet buhranına kapılınca memleketi kurtarmaya kalkarlar. Sair vakitlerde başka çok önemli işleri, en başta da aydıncılık oynama işleri olduğundan, ancak içince toplumsal sorumluluklarını hatırlayıp suçluluk duygularının etkisiyle kendini feda etmeye hazır bir aydın rolüne soyunurlar.

Küçükken herhangi birine herhangi bir şey vermekte zorlanan bir akrabamız vardı, birine bir şey vermeye eli gitmez, kazara bir şey verse gözü arkada kalır, yıllarca lafını ederdi. İçince acayip cömert olurdu ama. Sözde kalsa da ondaki verme isteğini görebilirdiniz. Herkese neler vermek istediğini, kime nasıl yardım yapmak için neler planladığını filan anlatırdı. Belli ki O da bazen “iyi bir insan” olmak isterdi. Günlük hayatında gelecek endişesi ve kendisine güvenlik duygusu veren şeyleri yitirme korkusu dolayısıyla bir şey veremez ama başkaları gibi cömert olamamanın yarattığı yetersizlik duygusunu içtiği vakit sözde cömertleşerek telafi etmiş olurdu. Bu içkili vakitlerindeki sözde arınma ve sözde cömertlik sayesinde ertesi gün gene rahatlıkla eskisi gibi davranabilirdi.

Bizim aydın da böyledir. Sadece içince fark eder aslında pek bir şey yapmayıp,  aydıncılık oyunu oynamakta olduğunu. Samimi olmadığı, nice yalanları, inkârları görmezlikten geldiği, bir şekilde gizlice iktidarları ve otoriteyi desteklediği için hissettiği suçluluk duygusu içince açığa çıkar.

Cumhuriyet kurulurken işlenen cinayetleri, Ermenilere yapılan kötülükleri, İstiklal mahkemelerinde yapılan adaletsizlikleri görmezlikten gelmiş ya da önemsememiştir. Otoriteler öyle istiyor diye Kürt asimilasyonuna ses çıkarmamış, yıllar süren jandarma zulmüne karşı bir itirazda bulunmamış, hepsinden önemlisi herhangi bir alternatif örgütleyememiştir. Dini özgürlüklerin kısıtlanmasını ve başörtülü kızlara yapılan hak ihlallerini önemsememiş, hatta bunlara gerekçeler uydurmaya çalışmıştır.

Her ne kadar muhalif bir tutum içinde olsa da gerçek bir karşı koyuş sergileyememiş, sızlanmaktan ya da mizah üretmekten öteye gidememiştir. Babasından memnun olmayan ama ona doğrudan karşı çıkamayan bir çocuk gibidir, arkadaşları arasında dedikodusunu yapar, onu alaya alacak bazı hikayeler anlatır, kendisinin başka türlü olacağını söyler ama babasından çok da farklı bir karakter ve tutum geliştiremez.  Mizah dergisi, mizah siteleri, yazar ve okur sayısı bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden biri olmamız, bu alaycı üslubumuz, gerçek bir karşı çıkış ve isyan sergileyemememizdendir.  Evet, mizah bir itiraz ve isyan etme yoludur. Baskının olduğu, kendini açıkça ifade etme olanaklarının kısıtlı olduğu durumlarda ortaya çıkar. Ancak bazen de tıpkı bizde olduğu gibi, açık ve net olma korkusu yüzünden bu kadar sık kullanılır. Mizah egemenlere karşı olan öfkenin, itiraz etme enerjisinin önemli bir miktarının gülme yoluyla boşalmasını sağlar. Gülme ve küçümseme üreterek enerjiyi bitirir. Dolayısıyla biraz tahammüllü ve akıllı bir muktediri rahatsız edecek bir yanı yoktur. Güler, geçeriz.

Bunun önemli bir istisnasını sosyalist hareketin yükseldiği yıllarda, sosyalist harekete eklemlenerek kısmen oluşturabilmiş ve oluşturulmaya çalışılan alternatifin bir parçası olabilmiştir. Ancak çok azı bunu yapmış bunu yapanlar da sosyalist hareketin temel hataları hakkında pek fikir üretmemiş, sele kapılıp gitmişlerdir. Büyük çoğunluğu gene harekete uzaktan bakmış bir sorumluluk ve risk almadan uzaktan ahkâm kesmekle yetinmiştir. 

Günümüzde insanlığın giderek bir şiddet sarmalına doğru sürüklendiği, tüm Ortadoğu’nun iç savaşlar, etnik çarpışmalarla kan gölüne döndüğü, hususunda da kördür. Ortadoğu’da, Suriye’de, Irak’ta ve İsrail’de olanlar, uygarlık denen şeyin, çıkar çatışmaları keskinleştiğinde nasıl rafa kaldırabildiğini, insanın ne kadar çabuk gaddarlaşabildiğini gözüne sokarak gösterse de bunlarla ilgili ciddi bir şey yapmak istemez.

Dini veya etnik kimliklerine sahip çıkıp koruma çabaları ötekilere karşı bir nefrete ve körleşen bir şiddete dönüşmüş ve insanlığı en büyük meselelerinden biri haline gelmişken de seyreder.  Tarafsız bir şekilde hakikati arayıp söylemeye ve bir şey yapmaya çalışmaz, kendi kimliğine yakın siyasi harekete tutunup, destek olarak bir şey yaptığını sanır. Kürt aydınları, Kürt hareketine; Aleviler, Alevi hassasiyetlerine yakınlık gösterirken, ötekileri anlamak ve kendilerini bir parçası olarak hissettikleri insanlara anlatmak konusunda bir çaba sergilemezler dolayısıyla barışa ve kardeşliğe değil, kutuplaşmaya ve ayrışmaya hizmet ederler. Kendisini ait hissettiği topluluktan ayrı düşünemeyen, onun değerlerini ve tutumlarını eleştiremeyen ve bunları evrensel hakikat zanneden yarı aydınlarla dolu bir memlekettir Türkiye.

Aydının da en çok korktuğu şey, gerginlik ve sorumluluklarla baş başa kalmaktır. İnsanlığın en büyük acılarının kaynağı, insanın insana uyguladığı baskı ve şiddet olmasına karşın, en çok bu konuda kendi tarafından gelen baskılar ve şiddet konusunda tutum alamaz, itirazda bulunmaz tersine, dışlanmaktan korktuğu için bu şiddeti meşrulaştırmaya çalışır.

Bir tek belki içince kısa süreliğine yaptıklarıyla yüzleşiyormuş, sorumluluklarını anımsıyormuş gibi yapar. Samimiymiş ve acı çekiyormuş ve artık bambaşka biri olacakmış gibi konuşur.  Samimiyet buhranını bile bir “samimiyetçilik” oyununa dönüştürmüştür.

Oğuz Atay’la başladık onunla bitirelim. Arkadaşı Saffet, samimiyet buhranına kapılmış Coşkun’a şöyle der:

“Böyle hesaplaşma olmaz. Sen başka türlü görünmeye çalışmakla birlikte, aslında kendine acındırmak istiyorsun. Bizim gibiler ancak oyunlarda ölür, bizim gibiler düşünceleri yüzünden ölmez. Her zaman “Millet birbirini öldürür.” Biz sadece seyrederiz onları.”

Kaynakça:

Atay O. Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, 21. Baskı, 2013; İstanbul

Pekman Y. Oyunlarla yaşayanlar ve yaşadığımız oyunlar, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, 2003, sayı: 2.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR

HEDEFİNİ ŞAŞIRMIŞ BİR İSYANIN ÜRÜNÜ OLARAK KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR Doğan Şahin   GİRİŞ Bu yazıda son yıllarda giderek artan her şe...