Bir
Samimiyet Buhranı Anı
Doğan
Şahin
“Bu fırsat bir daha elime geçmez. Bu
fırsatı ben bile kendime bir daha vermem. Ey sevgili milletim, kendimde bu
cesareti bulabilmek için dünya kadar içkiyi, çok kısa bir süre içinde içmiş
bulunuyorum.”
Hayır, içmedim. Bu bir alıntı. Oğuz
Atay’ın “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunundan aldığım bu replik, bir samimiyet
buhranı anında söylenmiştir.
Oyunun kahramanı Coşkun şöyle devam
eder:
“Ve böylece samimiyet buhranına
kapılmış bulunuyorum. Ve şunu biliniz ki, yıllardır bütün paramı içkiye
yatırmış bulunuyorum ve şimdi karımın kazandığı parayı da içkiye yatırıyorum ve
karımın evi geçindirmek için dikiş dikmesini bilmezlikten geliyorum ve her şeyi
bilmezlikten gelmiş bulunuyorum. Biraz daha rahat yaşayabilmek için
evlendiğimi, sevmediğim bir kadının yanına sığındığımı, kaynanamın bunadığını,
oğlumun serseri olduğunu resmen ve açıkça bilmezlikten geliyorum.”
“Suçlu olduğum anlaşılacak ve hayatıma
kendi ellerimle son vereceğim.”
Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay’ın yazdığı
tek oyun. Bu oyun, toplum tarafından dayatılmış oyunlardan kaçmak için kendine
özgü bir oyun dünyası kurmaya, bitmeyen oyunlar yazıp, bu oyunlara tutunarak
yaşamaya çalışan Coşkun’un şahsında Türkiyeli aydının hikâyesidir.
Demek en az iki tür oyun var, biri eve
ekmek getirmek için, aile kurmak, çocuk yapmak, çocuk yetiştirmek için oynanan
oyunlar, diğeri bu oyunların sıkıcı, kuşatıcı evreninden, yaşamın gerçekliğinden
kaçmak için oynanan oyunlar.
Aslında biz memleketin “yarı”,” yarı zamanlı”,
aydınları daha çok ikinci tarzdaki oyunlarda başarılıyız. Bir aile kurma, eve
ekmek götürme ve çocuk yetiştirme, aile efradı ve akrabalarla ilişkiler
sürdürme oyunlarda pek başarılı olduğumuz söylenemez. En güzel oynadığımız oyun
ise “aydıncılık” oyunu. Mesela bu dergi için benim ve diğer yazarların bir
şeyler yazması, sizlerin alıp okuması, bir iki kişi ile tartışması, sosyal
medyada paylaşması, birkaç gün konuşup unutması bu oyunun çeşitli yönlerini
oluşturur. Başka dergileri, kitapları da alır okur, çeşitli seminerlere
katılır, panellere gideriz, ateşli, derin tartışmalar yapar ya da alay ederiz.
Sanatla ilgiliyizdir, film, müzik festivallerine gideriz ayrıca elbette
zevkimizi de geliştirmeye, iyi müzikten, iyi mekânlardan, iyi yemekten, iyi
şaraptan velhasıl kaliteli şeylerden de anlamaya çalışır onları da öğreniriz. Tabi
çevreye de duyarlıyızdır. Organik, ekolojik tarım olsun, organik beslenme olsun
az buçuk bilir, saksıda da olsa bir şeyler yetiştirmeye çalışır ya da bir sahil
kasabasına yerleşip doğayla iç içe olacağımız bir yaşamın hayallerini kurarız. Her
bir şeyden az çok anlayan, önemli entelektüelleri tanıyan, kitaplarına en
azından şöyle göz gezdirmiş, bir ikisini okumuş, yeri geldiğine Sartre’dan, Lacan’dan,
Althusser’den, Gramsci’den bahsedebilen biri olduğumuzu birbirimize gösterip,
böylelikle birbirimizi onaylayıp kendi halimizden, hayatımızdan memnun oluruz.
Böyle söyleyince oyunu kötü bir şey
olarak algıladığım sanılabilir. Hayır, oyun olmadan medeniyet olmaz, kültür
olmaz. Uygarlık ve kültür dediğimiz şeyler bir bakıma oyun dizgeleridir. Birçok
oyun bize hayatta yapmamız gereken şeyleri tekrar tekrar düşünmemiz yerine,
kolayca yapma olanağı verir. Hayatın basit kurallarını öğretir.
Bu oyunlar sayesinde oturup kalkmayı
öğrenir, mesela bir bayram sabahı neler yapacağımızı, bir partiye ya da düğüne
gittiğimizde hangi rolleri oynayacağımızı belleriz. Bu oyunlar olmasaydı, kim
ne vakit ne diyeceğini, nerde duracağını bilemez; kimin kimin elini öpeceği,
kimin kime ne vereceği belli olmaz, hayat bir kaosa ve vodvile dönüşürdü.
Hayatın ciddiyetini bu oyunlar sağlar.
Hayatı ciddi bir oyuna dönüştüren bu
oyunlar, aynı zamanda hayatın tehlikeli spontanlığına karşı bir önlemdir ve dram
denilen şey bu oyunların insanlar tarafından fark edilmemesi ve ciddiye
alınması sayesinde mümkündür. Kıskançlık oyunu, aldatılmış eş oyunu, ihmal
edilmiş akraba oyunu, küçümsenen kardeş oyunu,
yüzlerce çeşidi olan mağdurluk oyunları gibi binlerce oyun bizim
“manalı” dramlar yaşamamızı sağlar.
Bu oyunlar, toplumsal hayatın ciddiye
alınmasını, bir keşmekeşe dönüşmeden yeniden üretilmesini ve akışını sağlarlar. Ancak kendiliğindenliği ve doğallığı
törpüledikleri, insanların gerçek düşünceleri ve duyguları yerine, kalıpları
koydukları için -ve aynı zamanda bunları yapabilmek için- bazı şeylerin
üzerlerini örtmeleri, bazı şeyleri çarpıtmaları gerekir. Bu oyunların var olmaları,
paylaşılmış inkâr ve çarpıtmalar sayesinde mümkündür. Sadece kralın çıplak
olduğunu inkâr edersek, o “muhteşem” gösteriyi idrak edebiliriz.
Toplumsal işlevleri son derece önemli
oyunlar bu iki türden ibaret değildir. Çok
daha fazla oyun çeşidi var. Bunların kimi onarıcı, kimi kontrol duygusunu
pekiştiricidir. Üstelik epeycesi eğlencelidir de. Hatta hayatın tadı, neşesi bu
oyunlardadır. Bu oyunlar olmadan, oyuncu
havasına girmeden eğlenmek de pek mümkün değil, ama bugünkü yazının konusu oyunlar olmadığından
biz samimiyet buhranı meselesine geri dönelim.
Samimiyet buhranı, kültüre, kurumlara,
kendimize, ailemize ve ait olduğumuz topluluklara ilişkin sahte imgeleri yaratan
ve koruyan inkârların bir kısmının bir an için ortadan kalktığı andır. Bu anın
nereye akacağı, hangi inkârları ortadan kaldıracağı, hangi yüzleşmelere
zorlayacağı belirsizdir. Ve ortaya çıkan yeni durumun ne tür yeni kabul ve
uzlaşmalarla nihayet bulacağı da belirsizdir. Herkesin rolünü bilip, gerektiği
vakit sahne aldığı, her şeyin önceden bilindiği her zamanki oyunların aksine,
tüm bu belirsizlik ve her şeye açık olma durumu, büyük bir gerginlik yaratır.
Samimiyet buhranına kapılan kişiler
başkaları için de bir tehdit unsurudurlar. Çünkü itirafla, ifşa ile kalmaz
teşhir de ederler. Bombanın kimin başında patlayacağı belli değildir. Ancak
asıl tehdit duygusunu yaratan şey, kime patlayacağı değil, hangi inkarla
yüzleşme durumunda kalacağımızı ve ortaya çıkacak bilgiyle nasıl baş
edebileceğimizi bilememektir. .
Aydınların samimiyet buhranı
genellikle içince ortaya çıkar ve samimiyet buhranına kapılınca memleketi
kurtarmaya kalkarlar. Sair vakitlerde başka çok önemli işleri, en başta da aydıncılık
oynama işleri olduğundan, ancak içince toplumsal sorumluluklarını hatırlayıp
suçluluk duygularının etkisiyle kendini feda etmeye hazır bir aydın rolüne
soyunurlar.
Küçükken herhangi
birine herhangi bir şey vermekte zorlanan bir akrabamız vardı, birine bir şey
vermeye eli gitmez, kazara bir şey verse gözü arkada kalır, yıllarca lafını
ederdi. İçince acayip cömert olurdu ama. Sözde kalsa da ondaki verme isteğini
görebilirdiniz. Herkese neler vermek istediğini, kime nasıl yardım yapmak için
neler planladığını filan anlatırdı. Belli ki O da bazen “iyi bir insan” olmak
isterdi. Günlük hayatında gelecek endişesi ve kendisine güvenlik duygusu veren
şeyleri yitirme korkusu dolayısıyla bir şey veremez ama başkaları gibi cömert
olamamanın yarattığı yetersizlik duygusunu içtiği vakit sözde cömertleşerek
telafi etmiş olurdu. Bu içkili vakitlerindeki sözde arınma ve sözde cömertlik
sayesinde ertesi gün gene rahatlıkla eskisi gibi davranabilirdi.
Bizim aydın da
böyledir. Sadece içince fark eder aslında pek bir şey yapmayıp, aydıncılık oyunu oynamakta olduğunu. Samimi
olmadığı, nice yalanları, inkârları görmezlikten geldiği, bir şekilde gizlice
iktidarları ve otoriteyi desteklediği için hissettiği suçluluk duygusu içince
açığa çıkar.
Cumhuriyet kurulurken
işlenen cinayetleri, Ermenilere yapılan kötülükleri, İstiklal mahkemelerinde
yapılan adaletsizlikleri görmezlikten gelmiş ya da önemsememiştir. Otoriteler
öyle istiyor diye Kürt asimilasyonuna ses çıkarmamış, yıllar süren jandarma
zulmüne karşı bir itirazda bulunmamış, hepsinden önemlisi herhangi bir
alternatif örgütleyememiştir. Dini özgürlüklerin kısıtlanmasını ve başörtülü
kızlara yapılan hak ihlallerini önemsememiş, hatta bunlara gerekçeler uydurmaya
çalışmıştır.
Her ne kadar
muhalif bir tutum içinde olsa da gerçek bir karşı koyuş sergileyememiş,
sızlanmaktan ya da mizah üretmekten öteye gidememiştir. Babasından memnun
olmayan ama ona doğrudan karşı çıkamayan bir çocuk gibidir, arkadaşları
arasında dedikodusunu yapar, onu alaya alacak bazı hikayeler anlatır,
kendisinin başka türlü olacağını söyler ama babasından çok da farklı bir
karakter ve tutum geliştiremez. Mizah
dergisi, mizah siteleri, yazar ve okur sayısı bakımından dünyanın sayılı
ülkelerinden biri olmamız, bu alaycı üslubumuz, gerçek bir karşı çıkış ve isyan
sergileyemememizdendir. Evet, mizah bir
itiraz ve isyan etme yoludur. Baskının olduğu, kendini açıkça ifade etme
olanaklarının kısıtlı olduğu durumlarda ortaya çıkar. Ancak bazen de tıpkı
bizde olduğu gibi, açık ve net olma korkusu yüzünden bu kadar sık kullanılır.
Mizah egemenlere karşı olan öfkenin, itiraz etme enerjisinin önemli bir
miktarının gülme yoluyla boşalmasını sağlar. Gülme ve küçümseme üreterek
enerjiyi bitirir. Dolayısıyla biraz tahammüllü ve akıllı bir muktediri rahatsız
edecek bir yanı yoktur. Güler, geçeriz.
Bunun önemli
bir istisnasını sosyalist hareketin yükseldiği yıllarda, sosyalist harekete
eklemlenerek kısmen oluşturabilmiş ve oluşturulmaya çalışılan alternatifin bir
parçası olabilmiştir. Ancak çok azı bunu yapmış bunu yapanlar da sosyalist
hareketin temel hataları hakkında pek fikir üretmemiş, sele kapılıp
gitmişlerdir. Büyük çoğunluğu gene harekete uzaktan bakmış bir sorumluluk ve
risk almadan uzaktan ahkâm kesmekle yetinmiştir.
Günümüzde insanlığın
giderek bir şiddet sarmalına doğru sürüklendiği, tüm Ortadoğu’nun iç savaşlar,
etnik çarpışmalarla kan gölüne döndüğü, hususunda da kördür. Ortadoğu’da,
Suriye’de, Irak’ta ve İsrail’de olanlar, uygarlık denen şeyin, çıkar
çatışmaları keskinleştiğinde nasıl rafa kaldırabildiğini, insanın ne kadar çabuk
gaddarlaşabildiğini gözüne sokarak gösterse de bunlarla ilgili ciddi bir şey
yapmak istemez.
Dini veya
etnik kimliklerine sahip çıkıp koruma çabaları ötekilere karşı bir nefrete ve körleşen
bir şiddete dönüşmüş ve insanlığı en büyük meselelerinden biri haline gelmişken
de seyreder. Tarafsız bir şekilde
hakikati arayıp söylemeye ve bir şey yapmaya çalışmaz, kendi kimliğine yakın
siyasi harekete tutunup, destek olarak bir şey yaptığını sanır. Kürt aydınları,
Kürt hareketine; Aleviler, Alevi hassasiyetlerine yakınlık gösterirken,
ötekileri anlamak ve kendilerini bir parçası olarak hissettikleri insanlara
anlatmak konusunda bir çaba sergilemezler dolayısıyla barışa ve kardeşliğe
değil, kutuplaşmaya ve ayrışmaya hizmet ederler. Kendisini ait hissettiği
topluluktan ayrı düşünemeyen, onun değerlerini ve tutumlarını eleştiremeyen ve
bunları evrensel hakikat zanneden yarı aydınlarla dolu bir memlekettir Türkiye.
Aydının da en
çok korktuğu şey, gerginlik ve sorumluluklarla baş başa kalmaktır. İnsanlığın
en büyük acılarının kaynağı, insanın insana uyguladığı baskı ve şiddet olmasına
karşın, en çok bu konuda kendi tarafından gelen baskılar ve şiddet konusunda
tutum alamaz, itirazda bulunmaz tersine, dışlanmaktan korktuğu için bu şiddeti meşrulaştırmaya
çalışır.
Bir tek belki
içince kısa süreliğine yaptıklarıyla yüzleşiyormuş, sorumluluklarını
anımsıyormuş gibi yapar. Samimiymiş ve acı çekiyormuş ve artık bambaşka biri
olacakmış gibi konuşur. Samimiyet
buhranını bile bir “samimiyetçilik” oyununa dönüştürmüştür.
Oğuz Atay’la
başladık onunla bitirelim. Arkadaşı Saffet, samimiyet buhranına kapılmış Coşkun’a
şöyle der:
“Böyle
hesaplaşma olmaz. Sen başka türlü görünmeye çalışmakla birlikte, aslında
kendine acındırmak istiyorsun. Bizim gibiler ancak oyunlarda ölür, bizim
gibiler düşünceleri yüzünden ölmez. Her zaman “Millet birbirini öldürür.” Biz
sadece seyrederiz onları.”
Kaynakça:
Atay O. Oyunlarla Yaşayanlar,
İletişim Yayınları, 21. Baskı, 2013; İstanbul
Pekman Y. Oyunlarla yaşayanlar
ve yaşadığımız oyunlar, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tiyatro
Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, 2003, sayı: 2.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder