İzleyiciler

14 Aralık 2009 Pazartesi

Gelecek Uzun Sürer: Althusser'in Otoanalizi Gerçeği Ne Kadar Anlatıyor?

“GELECEK UZUN SÜRER”:
ALTHUSSER ÜZERİNE BİR TARTIŞMA

Dr. Doğan Şahin
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD
Sosyal Psikiyatri Servisi

GİRİŞ
Şimdi sizlere çoğunuzun okumuş olduğunu tahmin ettiğim bir kitap hakkında düşüncelerimin bazılarını aktaracağım. Bazılarını diyorum, çünkü herhangi birimizin de bu süre zarfında kitabı okurken ve kitap hakkında düşünürken aklından geçenleri kısa bir zamanda anlatmaya kalkışması olanaksız olurdu.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki kitabı tam anlamıyla kavradığımı iddia etmeyeceğim. Dolayısıyla aynı şeyi Althusser’in kişiliği için de söylemekteyim. Oldukça yoğun ve karmaşık bir eser ve oldukça karmaşık bir kişilik. Bu konuşma için Althusser’in diğer kitaplarından yararlanmadım. Bu kitabı üç kere okudum. Herbirinde duygularım farklı oldu. İmago'da seminerler yapıyorduk, konu delilik ve deha idi. Althusser bu bakımdan iyi bir örnek olabilir diye düşünmüştüm, ama o zaman bu kitabını henüz okumamıştım. Gene aynı dönemde Kohut seminerleri yapıyorduk. Bir yıl boyunca Kohut'u anlamaya çalışıyor ve tartışıyorduk. Bu kitabı ilk okuduğumda Kohut'u bilmemesine karşın kendi sorunlarını nasıl da Kohut'un yaklaşımına benzer bir biçimde ele aldığını ve ne kadar iyi anlayıp anlattığını düşünmüştüm. Dolayısıyla da bu kitabı ve Althhusser’i incelemenin çok uygun ve eğitici olacağını düşündüm. Patolojisinin dinamikleri, Helenee’nin ölümü, hiçlik temaları hakkında söylediklerinin çok iyi yorumladığını, çok açık ve samimi olduğunu düşündüm. Kohut’un teorisiyle yaklaşıldığı zaman her şey çok açık gelmişti bana. Yazdıklarının tümünü inandırıcı, doğru ve hatta eğitici bulmuştum.
İkinci okumamda bazı tutarsızlıklar dikkatimi çekti ve düşünmeye başladım. Birçok şey birbiriyle çelişiyordu. Eski okuduklarımı yeniden değerlendirmeye başladım ve o zaman da kafamı kurcalayan ama üstünü kapattığım bir sürü sorunun bir yerlerden çıkıp geldiğini farkettim. Sözgelimi Helenee ile ilgili tasarımları ile ikisinin birbirine hissettiklerini söylediği o muazzam sevgi bir arada duramazmış gibi geldi. Ya da bir sürü felsefeci, politikacıyla ilişkisi olmuş, ama kitapta hepsini yerin dibine sokuyor. İnsanları aşağılamak ve yermek için neredeyse fırsat kolluyor. Bunları farkettim. Ve daha sonra Helenee’e yönelik de çok haksızlık ettiğini gördüm. Helene ile ilgili ilk tasviri trajik ve acı bir şeymiş gibi görününyor ama ikinci kez okuduğumda ne kadar sadistik olduğunu Helene’e yatırımının agresif yanlarını gördüm. Üçüncü okuyuşumda şimdi size anlattıklarımı toparlamaya çalıştım. Bu son okuyuşumda bakışım oldukça değişmişti, kitabı aklanma gereksinimiyle yazdığını ve kabul edilebilmesini kolaylaştırabilmek için de kısmen bilinçli kısmen de bilinçsiz bir biçimde rasyonalizasyonlar ve çarpıtmalar yaptığını gördüm.
Şimdi yapmaya çalışacağım şey, sizler gibi kitabı okumuş biri olarak ortaklaşa tartışmamıza zemin hazırlayacak bazı ön fikirler ileri sürmek olacaktır.
Althusser'in narsisistik kişilik bozukluğu ve ikiuçlu duygudurum bozukluğu vakası olduğunu ve bu iki patolojinin birbirini etkilediklerini düşünüyorum. Kohut'a göre narsisitik kişilik bozukluğu ile duygudurum bozuklukları arasında çok yakın bir ilişki vardır ve duygudurum bozuklukları, narsisitik problemlerle izah edilebilir. Her ne kadar bunun organik nedenleri de olsa Kohut'a göre bu durum böyle. Günümüzde biyolojik psikiyatrinin giderek artan ağırlığına ve biyolojik psikiyatrinin duygudurum bozukluklarındaki başarısına bakıldığında Kohut'un söyledikleri garip gelebilir, ama ilerledikçe sizler de böyle bir bağlantının varlığı konusunda sanırım daha çok ikna olabileceksiniz.
Önce narsisistik kişilik bozukluğunun gelişimini, arkasından da ikiuçlu duygudurum bozukluğunu anlatacağım.
Narsisizm:
Anne (kendilik nesnesi) ile ilişkileri ve narsisiszm:
Narsisitik kişilik bozukluğunun arkasındaki ana problem, kendilik tasarımının yetersiz ve değersiz oluşudur. Özsaygı eksikliği ve değersizlik duygusundan ötürü ilgilenilmemeye ve reddedilmeye karşı belirgin bir hassasiyet, incinebilirlik vardır. Bunların karşısında ise değersizlik ve hiçlik duygusunu gidermeye yönelik olarak çok değerli, önemli ve özel bir kendilik tasarımı bulunur. Bu kimselerin canlı ve aktif görünümü, içsel yenilgiye ve depresyona karşı bir savunmadır.
Kohut, narsisistik kişilik bozukluğu gösteren kimselerin annelerinin, temel olarak çocuğun büyüklenmeci, göstermeci yanının gelişmesini ketlediklerini söyler. Bu anneler geri yansıtılmış empati kurma yetenekleri ile ilgili bir yetersizlik gösterirler. Kohut burada başkalarınca yeteri kadar önemsenmeyen bir şeyin üzerinde durur. Bu şey, annenin duygusal tepkileridir. Çocuğun gereksinimi olan şey, annenin onu kucağına alması, emzirmesi değil, gözlerindeki bakış, dudağındaki gülümseme ve yüzündeki duygulanımdır.
Althusser annesinden bahsederken, annesinin onun yüzüne bakmadığını, sürekli onu delip geçen bakışlarla uzaklara baktığını söylüyor.
Althusser'in 20 yıllık analiz deneyiminin niye başarısız olduğunun sırrı da burada yatıyor bence. Althusser'in son hastaneye yattığı dönemde başka bir analisti oluyor. Althusser onun da çok korktuğunu, kendisi için paniklediğini, onun da neredeyse depresyona girdiğini söylüyor. Daha önceki analisti bir sürü şeyi ihlal etmesine, çerçeveyi bozan davranışlar (mesela Helene'i de ayrıca terapiye almak gibi) göstermesine rağmen belli ki seanslarda oldukça nötral ve klasik bir tutum sergiliyor, soğuk, mesafeli ve üstten alan bir tutum sürdürüyordu. Halbuki son analistinin kendisine duygusal tepkiler verebilmesinden ve duygulanım gösterebilmesinden çok yararlandığını düşünüyorum.
Kohut çocukta herhangi bir gereksinim hali ve anksiyete ortaya çıktığı zaman, kendilik nesnesine (anneye) yönelik önce ılımlı bir bir endişe hali yaşadığını ve annenin yüzündeki bu endişenin çocuğa geçtiğini, böylelikle kendilik nesnesiyle kendiliğin birleştiğini ve anksiyetenin yatıştığını belirtir.
İşte biraz önce sözetiğimiz son analisti, her ne kadar Althusser tarafından duygusal tepkiler vermekle suçlansa da, aslında böylesi tepkiler vererek yatıştırma işlevini yerine getirmiştir.
Anneyle yaşanan bu tür deneyimler annenin bu yatıştırma fonksiyonun içselleştirilmesini sağlar. Yani herhangi bir endişe halinde insanın kendi kendini teskin edebilmesini temin eden şey, tam da bu ilişkiden sağlanır.
Çocuk varlığının ve yaptıklarının kendilik nesnesinde yarattığı sevinç ve coşku sayesinde kendini sevilebilir, değerli ve önemli olarak algılar. Anne eğer çocuğun eylemlerine ve çeşitli durumlarına karşılık empatik geri yansıtma işlevini yeterince yerine getirmemişse, kendiliğin göstermeci-büyüklenmeci yanı oldukça arka planda kalır ve “ya hep ya hiç” yasasına uygun hareket etmeye başlar. Kendini gösterme ve büyüklenme çabalarının ya ketlendiğini ve sosyal faaliyetlerinde gösterilemediğini ya da tam tersine, çılgınca ortaya çıktığını, aşırı iş yapma veya cinsel aktiviteye girme biçiminde patlak verdiğini görürüz. Dolayısıyla, göstermeci- büyüklenmeci yanın ortaya konulduğu bu patlama dönemlerinde Althusser'in karşısındaki nesnenin çoğunlukla bir kadın olması anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü daha önce göstermeci-büyüklenmeci kendiliğin anne karşısında başaramadığı hayranlık uyandırma bu şekilde telafi edilmeye çalışılmaktadır. Bu eksikliği giderme çabaları yüzünden Althusser yaşamının önemli bir zamanını kadınları baştan çıkarmakla ilgili çabalarla geçirmiştir.
Althusser’in kadınlarla ilgili temel problemini şöyle özetleyebiliriz. Daha önce annesinin başardığı gibi, başka kadınlar tarafından da ele geçirilip köleleştirileceğine dair bir korkuyu taşımakta, fakat aynı zamanda kadınlarda hayranlık uyandırmak istediğinden onlardan tamamen uzak duramamaktadır. O zaman, önünde kalan yol kadınları kendi kontrolü altında olan ilişkiler içinde fethetmektir. Eğer kadınları mutlak olarak kontrol altında tutabilirse, göstermeci-büyüklenmeci kendilik, daha önce yaşayamadığı hayran olunma gereksinimini kısmen karşılayabilir. İlişkinin kendi kontrolünden çıkmakta olduğunu gördüğünde ya da bu kadınlardan kendisine yönelik herhangi bir istek geldiğinde ya da herhangi bir aktif tutum aldıklarında ise yeniden köleleşme tehdidi dolayısıyla ilişkiyi sonlandırmak isteyecektir. İnisiyatifin karşı taraftan gelmesine karşı o kadar duyarlıdır ki, mesela kendisiyle ilgilenen bir kadına "ben kimseye böyle bir hak vermiyorum" demiştir.
Baba (idealize edilen kendilik nesnesi) ile ilişkileri:
Anneyle ilişkide ifade bulamamış büyüklenmeci-göstermeci arzuların yarattığı, büyüklenmeci göstermeci kendilik, babayla ilşki sayesinde önemli ölçüde tamir edilebilir ve kendiliğe entegre edilebilir. Bunun böyle olabilmesi için, babanın başka bir işlevi yerine getirmesi gerekiyor. Babanın bu işlevine Kohut, idealize edilen kendilik nesnesi işlevi adını verir. Baba idealize edilmeye uygunsa ve buna izin verici bir ilişki içindeyse, çocuk onun yüceliğine katılma yoluyla kendini tamir etme olanağını kısmen bulabilir.
Althusser'in babasıyla ilişkisine baktığımızda böyle bir olanağın da gerçekleşmediğini görüyoruz. Kohut, özellikle babanın iş başında faaliyet halindeyken, bir şey yaparken ona katılmanın önemini vurgular. Althusser'in babası kendini ev hayatından tamamen soyutlamış, evdeki hiç bir işe karışmayan, karısını ve çocuklarını da asla kendi iş hayatına karıştırmayan biri. Althusser'in büyüdükten sonra babasının iş hayatıyla ilgili bilgiler edinmeye çalışmasını, onun bankayı nasıl yönettiğini ve oradaki insanlarla nasıl ilişkide olduğunu araştırmasını çocuklukta gerçekleşmemiş bir şeyin telafisi olarak yorumlamak gerekir.
Ancak Althusser’in babasıyla hiç bir identifikasyonu olmadığını da söylemiyorum. Hatta babanın olumsuz yanlarıyla özdeşleşmenin epeyce örneği olduğunu da söyleyebilirim. Mesela, babasının annesinin gözü önünde başka kadınlara kur yapmasından aşağılık, utanılacak bir şey diye söz ediyor, ama kendisi dik alasını yapıyor: Helenee'in gözü önünde başka bir kadına masanın üzerinde sevişme teklif edebiliyor ya da Helenee'nin yanıda bir kadınla sevişmeye başlıyor ve sevişmeyi sürdürmek üzere evden çıkarıp deniz kenarına götürüyor. Babasının annesine yaşam hakkı tanımadığını, annesinin kendisine ait bir dünya kurmasın engellediğini söylüyor, kendisi de aynı şeyi yapıyor ve ileride Helenee’nin bağımsızlaşma ve kendi dünyasını kurma arzularını şiddetle bastırmaya çalışıyor.
Althusserin annesi ve babasıyla ilgili tasarımlarından söz etmeyi düşünüyordum, ancak Orhan onları iyi bir şekilde özetleyerek benim de işimi kolaylaştırmış oldu. Şimdi Althusser'in kendisiyle ilgili tasarımlarına geçeceğim.
Althusser'in kendilik tasarımları:
Kendisini çocukluğunda "zayıf, küçük bir yaratık, erkek omuzlarına hiç dönüşmeyecekmiş gibi görünen dar omuzlu, beyaz yüzlü, fazla ağır bir alnın altında ezilen, ıssızlık içinde kaybolmuş bir çocuk, bir oğlan çocuğu bile değil, zayıf ve küçük bir kızcağız" olarak tanımlıyor. Orhan, Althusser’in, bütün çocukluk yaşamını annesinin istediği gibi aşırı uslu, aşırı saf ve temiz bir çocuk olarak geçirdiğini ve annesini böyle elde etmeye çalıştığını zaten söylemişti.
Diyorki "Tamamen annemin arzularının ve fobilerinin esiriydim. Yani; annem ne istiyorsa ben onu yapıyordum. Onun adeta kölesi gibiydim.”.
Özerkliğini kazanma girişimleri:
Althusser, annesinin kulu kölesi ve onun arzularının bir uygulayıcısı olmaktan kurtulmak için çocukluğundan başlayarak özerkleşme, bağımsızlaşma girişimlerinde bulunuyor. Mesela kendisine tenis öğretiliyor, ama tenisi onların öğrettiği gibi oynamıyor, kendince başka teknikler geliştiriyor. Yüzerken de kendisine öğretilenden başka biçimlerde yüzüyor. Hayatı boyunca özerkliğini, kendisinin ayrı bir varlık olduğunu ebeveynlerine ve kendine kanıtlama çabası içinde. Bağlılık içeren sağlıklı ilişkiler ile bağımlı (bir köle gibi) olmak arasındaki ayırımı bilemiyor. Bu yüzden de her türlü etkilenmeye kedini inatla kapatmaya çalışıyor. Fakat öte yandan da kuvvetli bağlanma ve bağımlılık eğilimleri var.
Bağımlılıktan kortuğu kadar arzuluyor da. Fakat bu kez köleleşmeden ve koşulsuz bir sevgiyle kendini seven ve kendisine koşulsuz olarak bağlanan biriyle olarak, annesiyle ilişkisindeki hayal kırıklıklarını ( kendisini değil de ölmüş amcasını seven; kendisine değil başkasına hayran olan annenin yarattığı hayal kırıklıkları) tamir etmek arzusu içinde.
Latent eşcinsellik:
Althusser'in ergenlik döneminde, ortaokul yıllarında Paul diye bir arkadaşı oluyor. Paul'le ergenler arasında görülebilecek düzeyde yakın bir dostluk ilişkisi var, ama önemli oranda eşcinsel öğeler de içeriyor bu ilişki. Fakat Althusser bu ilişkide eşcinsel bir yan bulunmadığına bizi inandırmak için yoğun bir çaba içerisine girmiş. Onunla oynadıkları cinsel oyunlara, arkadaşına sarıldığında cinsel haz duymasına ve ereksiyon olmasına karşılık bunun eşcinsellikle ilgisi olmadığına inanmamızı istiyor. Kanıt olarak da kendisinin aynı dönemde bir kıza aşık oluşunu gösteriyor. “Bir kıza aşık olduğuma göre, Paul'e aşık olmamışımdır” diyor. Fakat işin ilginç yanı bu kız Paul'ün sevgilisi ve daha sonra Paul'ün evleneceği kişi. Daha sonra bu kızın profili bütün kadınlarda aradığı profil oluyor. Nerede ne zaman bu kıza benzer birini görse, ilk aşkını (Paul'ü) hatırlatan bu kızlardan etkileniyor. Althusser'in bu kıza duyduğu ilgiyi bize eşcinsel eğilimleri olmadığının kanıtı olarak sunmasına karşın bu tarz bir ilgi tam da latent eşcinselliğin en yaygın görünümünü oluşturur: Yani tekrarlayan bir biçimde arkadaşlarının sevgililerine aşık olma eğilimini.
Althusser'in 5 yıl süren tutsaklık döneminde Daël adındaki biriyle ilişkisinde de eşcinsel bir rengin varlığı belirgin olarak görünüyor. Daël hakkında şunlar aktarıyor "2 m.'lik, bana karşı oldukça sevecen, ayrıca tehlikelere ve Almanlara karşı gözünü kırpmadan karşı durabilen gerçek bir erkek" benim için eşi bulunmaz gerçek bir koruyucu oldu. Tutsaklıktan sonra Fransa'ya döndüklerinde, Daël'in bir kadınla birlikte olduğunu ve yakında evlenecekleri haberini aldığında Daël'e o kadınla evlenmemesi için yalvaran ısrarcı mektuplar yolluyor. Kıskançlıktan yoğun acılar çektiğini söylüyor. Sonunda Daël Althusser'e evlenmeyeceğine dair söz vermek zoruda bile kalıyor.
Tutsaklıktan sonraki bu dönemde Althusser zührevi bir hastalığa yakalanmış olduğu korkusuna kapılır. Bu korku içinde defalarca doktorlara gider. Bu korku, kabul edilemeyecek ya da suçluluk duygusu yaratabilecek cinsel bir arzuya karşı (Daël'e yönelik cinsel arzu) bir savunma olarak ortaya çıkmış olabilir. Bunu bilinçdışının diliyle şöyle ifade edebiliriz: "Cinsel arzumu bastırmak zorundayım, yoksa cinsel ilişki beni hasta edecek". Ya da bu semptom aynı arzuların gerçekleştiği iddasını içeriyor olabilir. Bunu da şöyle tercüme edebiliriz "Daël'le cinsel ilişkim beni hasta etti". Yani semptom, bir uzlaşmayı -doyum ile bunun karşılığındaki suçluluk duygusunun bir bileşimini- ifade ediyor olabilir.
Gene yaklaşık aynı dönemlerde öğretmen okuluna başladığı sıralarda gözlerinin bozuk olduğuna ilişkin bir saplantısı ortaya çıkıyor. Gözlerin sembolik anlamı hatırlanırsa ve zührevi hastalık fobisiyle göz bozukluğu saplantısı birlikte değerlendirilirse bunun da gene kendi erkeklik kimliğiyle ilgili bir yetersizliği hatta belki de bir iddayı ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Özdeşleşme (identifikasyon) çabaları:
Orhan, Althusser’in hem annesiyle hem de babasıyla yeterli ilişkisinin olmadığını ve onlarla iyi özdeşleşemediğini söylemişti. Althusser'i yaşamı boyunca bu özdeşleşme eksikliğini tamamlamaya çalışırken izleyebiliriz.
Lise öğretmenlerinden Richard, bu tamamlama çabalarının tipik örneklerinden biridir. Bu kişi, Althusser tarafından tam da annesinin kendisinde görmek istediği gibi saf, temiz, hep ulvi duygular içerisinde, tensellikten uzak bir figür olarak tanımlanıyor. Narin, nazik ve kibar, bedenin ayartmalarından tamamen sıyrılmış arı bir ruh. Althusser, öğretmenini erkek olması dolayısıyla bir baba yedeği olarak kullandığını düşünüyor, ama bence bu yeni bir anneyle yeniden ilişki kurma çabasından başka bir şey değil. Nitekim daha sonra annesinin de mesleği olan öğretmen okuluna girmesi de bu öğretmeninin teşvikiyle gerçekleşiyor. Gene öğretmenlerinin yazılarını taklit ediyor, seslerini, konuşma biçimlerini taklit ediyor.
Althusserin bu şekildeki özdeşleşme çabalarının aslında başka bir anlamı daha var, bu çabalar aynı zamanda onun baştan çıkarıcılığının da esasını oluşturuyor. Öğretmenlerini o kadar iyi taklit ediyor, o kadar iyi yansıtıyor ki mesela bir ödevi tam onların uslubune ve beklentilerine göre yazması, öğretmenlerinin onu çok beğenmelerine yol açıyor. Bu tavrı yüzünden bütün sınavlarda birinci oluyor, ama ne zaman genel bir sınava girse, kendisini yansıtabileceği bir öğretmen yerine bir jüri karşısına çıksa, ya da bilmediği, tanımadığı dolayısıyla kendilerine kendilerini yansıtamayacağı öğretmenlerin yaptığı bir sınava girse başarısız oluyor.

İlk hastaneye yatış:
Bence ele geçirilme ve cinsel bir aktivite karşısında pasif kalmaktan öte, başka bir problemle karşı karşıyayız. Yani Althusser'in ilk depresyonunu ortaya çıkaran şey, cinsel aktivitede pasif durumda kalmaktan öte, bir kadının benlik sınırlarının içine girmesi ve ele geçirmesiyle ilgili görünüyor. Kadınlarla yakınlaşmak, daha önce annesiyle yaşadığı ilişkideki köle olma durumunu anımsattığından bir tehdit oluşturmaktadır. Bu köleleşmek, başkasının arzularının esiri olmak tehdidi, aynı zamanda kendiliğin bütünlüğünü ve bağımsızlığını koruyamama tehdidi olarak yaşanmaktadır.
Althusser'in kadınlarla ilişkilerine baktığımız zaman, (Helene'de de kendisini gösteriyor bu) şöyle bir örüntüyle karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz:
Önce kadınları baştan çıkarmak için elinden geleni yapıyor, fakat kadınların kendisiyle ilgili planlar, tasarılar kurmaya başlamasıyla, onları itmeye ve uzak durmaya başlıyor. Kadınlarla ancak belli bir mesafeyi koruyarak yaşayabildiği ilişkilerde kendini tehdit altında hissetmediği için, mesela uzak yerlerde yaşayan kadınlarla daha iyi ilişkiler kuruyor. Bu mesafe sayesinde ilişkiyi sürdürebiliyor, çünkü ele geçirileceği, sınırlarının ihlal edileceği endişesinden uzak kalmış oluyor. Annesiyle ilişkisinde yaşadığı sevdiğinin kölesi olma durumunun tekrarlanacağından korktuğundan, yeniden bir köleye dönüşmemek, başka bir insanın arzularının esiri olmamak için kadınları hep belli bir mesafede tutuyor ya da yakınlaşsa bile tamamen kendi inisiyatifinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Helenee'nin insiyatifiyle başlayan bu ilişkinin böyle bir psikiyatrik tablo yaratmasının ardında yatan neden bence, bu eski korkunun ortaya çıkmasıyla kendiliğin dağılma tehdidi altında kalmasıdır.
Althusser, bir yandan ilişkilerinde kadınların insiyatif kullanmalarının, kendisiyle ilgili tasarılar yapmalarının onu ne kadar rahatsız ettiğini söylüyor, bir yandan ilk rahatsızlığının kaynağı olarak Helenee'nin insiyatifi ile başlayan ilişkiyi gösteriyor, ama bu ikisi arasındaki bağlantıyı kurmuyor. Öte yandan Helenee'nin kendisiyle ilgili hiç bir zaman tasarılarının olmadığını söylüyor.
Bu tutarsızlık, körlükten de bilinçli bir inkardan da kaynaklanabilir. Her iki şıkta da bu tutarsızlığın ardında Helenee'i öldürmesinin bir kurtulma girişimi olarak değil de intihar olarak algılanmasını sağlama ve kanıtlama çabası bulunmaktadır.
Helenee:
Diyor ki "Helenee ile buluşur buluşmaz onun içinde dipsiz bir acı, bir yalnızlık uçurumu bulunduğunu sezdim. O andan itibaren çoşku verici bir istek, bir kutsal görev duygusu kapladı içimi: onu kurtarmak, yaşamasına yardım etmek. Tüm yaşamı boyunca da bu görevden hiç sapmadım, en son anda bile benim varlık nedenim hep bu oldu”. Bir kişinin öldürdüğü biri için böyle söylemesi ilginç gelmiyor mu? Althusser olup bitenin bir intihar olduğu ve Helene'e aslında bir hizmette bulunduğu fikrini tüm kitap boyunca örmeye çalışıyor.
Althusser’in Helenee ilgili nasıl bir tasarımı var, biraz onun üzerinde duracağım.
Helenee'nin annesi tarafından istenmeyen hatta nefret edilen bir insan olduğu, hiç anne sütü almamış, annesiyle ilişkisinde sürekli aşağılanan biri olduğunu, (Şimdi burada sadece bu kadarlık bir açıklamayla bile böyle bir kimsenin sevme yeteneğin pek de olmayacağını söylemek mükün.) dolayısıyla Helenee'in de kafasında hep kızgın ve hiddete eğilimli, yola getirilmesi olanaksız, dik başlı bir hayvancık, ürkütücü bir kadın, bir cadı, haksızlığın ve şiddetin doruğunda kendisinden daha baskın bir gücün etkisiyle durmadan içine düştüğü aşırılıkları denetleyemeyecek, çevresine kötülük saçan bir ifrit olduğunu söylüyor.
"Hiç sevilmeyi beceremeyecek korkunç bir cadıdan başka bir şey olmamak korkusu içindeydi, bu kadar derin ve dayanılmaz bu korkuyu hissediyordu ki, zaman zaman bizim ilişkimiz boyunca da hep böyle bir korkuya kapıldığını görüyordum."
Ama bütün bunlara karşın bir yandan da şunları söylüyor Althusser.
"Sevmeye gelince, Helenee'nin üstüne yoktur. Hiç bir kadında, ondaki sevme yeteneğini, hem de hayalde değil eylemde görmedim, onu bana öylesine kanıtladı ki.”
Annesiyle ilişkisinde hiç sevilmemiş hep aşağılanmış ve nefret edilmiş bir kimsenin nasıl böylesine olağanüstü sevme yeteneği olabilir? diye biraz düşünmemeiz lazım. Üstelik bu kişinin, kendilik tasarımı da kötü bir cadı, vahşi bir hayvan iken.
Althusser-Helenee ilişkisinin dinamikleri:
Althusser'in Helenee'de olduğunu iddia ettiği olağanüstü sevme yeteneği, aslında olağanüstü bir sevilme isteği ve açlığı olsa gerek.
Keza Althusser'in kendisinin de büyük bir onaylanma, hayran olma gereksinimi içinde olduğunu biliyoruz. Yani en azından ben böyle düşünüyorum.
Althusser’in baştan çıkarma, karşısındakilerinin beklediklerini önceden sezip bunları yerine getirme ve böylelikle karşı tarafa sevildiğini zannettirme gibi bir paterni olduğunu görmüştük. Bu ilişkide de temel dinamiğin bu olduğunu düşünüyorum. Helenee Althusser'in oyunlarıyla sevildiğini zannetmekte ve sevilmeye karşı şükran duyarak karşılığında Althusser'in de onaylanma, beğenilme hayranlık uyandırma gereksinimlerini karşılmaktadır. İkisi arasındaki ilişkinin temel dinamiği buymuş gibi geliyor, ama bu kadar değil tabi, başka şeyler de söz konusu. Helene'le ilgili söylediklerine devam edeceğim ve böylekle ilişkilerinin dinamiği ile ilgili yeni bilgiler aktaracağım.
Althusser diyor ki, “Diğer okul arkadaşlarımın kız arkadaşlarından çok farklı bir kadınla ilişki içindeydim. Ben gerçek bir kadını, hem de çok nitelikli bir kadını seviyordum, üstelik o da beni seviyordu. geniş ve zengin bir deneyim, dünyayı çağının en büyük sanatçı ve yazarlarını tanımış olması, önemli askeri sorumluluklara varıncaya kadar, yüklendiği direniş hareketindeki hizmetleri, birçok tuzakları boşa çıkarmış, olağanüstü cesaret ve kahramanlıklar göstermiş, kendisini tutuklayan gestapoya bile baskın çıkarak kurtulmuş kısaca olağanüstü bir kadın. Benden çok büyük ve çok üstündü.”
Althusser, Helene'le ilgili aynı zamanda, bir kahraman tasarımı var. Olağanüstü bir kahraman, herşeyi alteden, son derece girişken, hiçbirşeyden korkmayan, silahla olsun, yumrukla olsun, dövüşen bir insanı tasarlıyor. Kendisinin bunları hiç bir zaman yapamayacağını, savaşın, kavganın kendisini ne kadar korkuttuğunu, biriyle kavga etmeye asla kalkışamayacağını, hele silahlı bir mücadeleye asla giremeyeceğini ve bundan dolayı da kendini korkak bulduğunu düşünürsek, böyle bir nesnenin neden olağanüstü bir kahraman olarak tasarlandığı da daha anlaşılır bir şey olacaktır. .
Kendisinin de farkında olarak söylediği gibi Helenee sayesinde bütün bu korkaklığını, kendini adam yerine koymayışını, aşmış gibi oluyordu. “Onun bana katılmasıyla benimle birleşmesiyle, ben de erkek oluyordum”. Helenee'i birkaç yerde daha erkek olarak tarif ediyor ve erkek sözcüğünü de vurgulayarak kullanıyor. Bu da Althusser’in temel sorunlarından birine, falluslu anne gereksinimine işaret etmektedir. Babasıyla ilişki kuramayıp, onunla özdeşleşemediği için, hem anne hem baba olacak bir nesneye gereksinimi vardı. Helenee’nin bir sevgili olarak seçilmesi ve ilişkilerinin, bütün çalkantılara rağmen bu kadar uzun sürmesinde bir çok dinamik etken yanında Helenee’nin Althusser’in zihninde aynı zamanda bir erkek olarak görülmesinin de önemli rolü olduğunu düşünüyorum.
Helenne Althusser’in gözünde bir yandan bir benzeri ( annesi tarafından hiç sevilmemiş, hiç takdir görmemiş, annesinin hayranlığını kazanamamış biri olarak), bir yandan annesi (yaralanmış, incitilmiş,ezilmiş, yalnız bırakılmış, kurtarılması gereken biri olarak), bir yandan da idealize edilmiş kendilik nesnesi yani babasıydı (gözünü budaktan sakınmayan olağanüstü bir kahraman bir erkek olarak).
Althusser'in kitabın bir çok yerinde kendisiyle ilgilenen nesnelerle ilgili yaptığı tanımlamalar, bazan öyle bir noktaya varıyor ki, çok basit bir şeyi olağanüstü bir şey diye anlatıyor. Bu kendine ait veya kendisinin bir parçası olarak gördüğü nesneleri yüceltme eğilimi, narsisitik bir eğilimdir. Mesela Helene' ile ilgiliolarak “olağanüstü bir zekası vardı, benim hastanede yattağım dönemde, doktorları atlatarak pencereden gelip benimle görüşmeyi başarmıştı” diyor. Hepiniz bunun olağanüstü bir şey olmadığını, bizim hasta yakınlarının hepsinin bu yolu az zamanda keşfettiğini bilirsiniz. Gene, son doktoruyla ilgili olarak “olağaüstü bir bürokratik zeka göstererek kitaplarımı evimden hastaneye getirmeyi düşünmüş ve olağanüstü bir dedektiflik yaparak bunları bana vermişti” diyor.
Helenee ile ilgili başka bir şeyden daha söz etmek istiyorum, Helenee'nin daha önceki aşıklarının hepsi Naziler, Sovyetler Birliği siyasi polisi ya da başkalarınca kurşuna dizilmiş insanlar. Çok yakın bir dostu, bir peder de yine, Naziler tarafından öldürülüyor. Anne ve babasına gelince, onları bizzat kendisi öldürüyor. Althusser’in Helenee ile ilgili bu tasvirlerinin aslında olağanüstü şiddet içeren, son derece tehlikeli, aynı zamanda katil olabilecek bir insana ait olduğunu söyleyebiliriz. Annesini öldüren O; babasını öldüren O, Nazileri, Gestapo’yu dize getiren O. Ve bütün sevdikleri öldürülmüş olan da O. Yani bütün sevdikleri ölüme yazgılı olan biri.
Helenee'i ne kadar çok sevdiğini uzun uzun anlatmasına karşın bir çok yerde de aslında kendisini hiç bir zaman Helenee'e veremediğini, ona hiç bir zaman gerçek bir bağışta bulunamadığını , onu yeterince sevemediğini söylüyor.
Helenee'nin zaman zaman kapandığından söz ediyor. Helenee kendisini herhangi bir anda, sözgelimi kendisini kötü hissettiği çeşitli durumlarda, iletişime tamamen kapatabiliyor. Althusser ile hiç bir ilişki kurmuyor. Ayrıca Helenee kendisini durgun, kötü hissetiği çeşitli zamanlarda, Althusser'e sıklıkla “Bana bir şey söyle” diyor. Althusser, Helenee’nin “bana bir şey söyle”, ya da “ne düşünüyorsun” sözüyle kendisini çok büyük ve asla karşılayamayacağı bir talep karşısında gibi hissettiğini, yani Helenee'den “bana herşeyi ver”, “beni mutlu et” gibi bir mesaj aldığını ve bunun altında büyük bir sıkıntı yaşadığını söylüyor. Althusser bunun bir çığılık olduğunu ve Helenee’nin kendisi olamadığı için Althusser dolayımıyla olmaya çalıştığını söylüyor. “Bu içleracısı çağırının altında, neyin gizlendiğini hem o hem de ben biliyorduk. Onun içinden hiç çıkmayan kötü bir kadından, korkunç bir anneden, kendisini seven ya da sevmek isteyenden başlamak üzere herkese kötülük yapan, her yaptığını da kötü yapan bir cadıdan başka bir şey olmamak korkusu”. “Bu kuruntunun doğurduğu dehşet, sonuca ulaşmayan sevilme isteminin güçsüzlüğü ile şiddetli ve inatçı bir red tepkisiyle, ödünleniyordu”.
“Heryanı diken ve pençe kesilmiş, çılgın ve kanlı bir hayvancıktan başka bir şey değildi” diyor ve ilişkilerinin uzun yıllar boyunca, bu tarzda yürüyen, sado-/mazoşistik bir ilişki olduğunu söylüyor ve bütün bunlara rağmen diyor ki:
“Ben Helenee'nin hiç bir zaman bana el koyacağına dair bir endişeye kapılmadım, Helenee'nin benimle ilgili fikirler beslediğine dair bir endişeye kapılmadım”. Bana her şeyi ver ve beni mutlu et diye atılan bir çığlıktaki derin ve büyük talebi görmesine rağmen nasıl böyle konuşabiliyor dersiniz?
Diyor ki “O benim özgürlüğüme olağanüstü özen gösterirdi, diğer kadınlarla ilişkime son derece saygılıydı”.
Althusser, aslında koşulsuz olarak, ne yaparsa yapsa ve hatta başka kadınlarla ilgilense bile sevildiğine inanmak arzusunu anlatıyor.Fakat hiç bir zaman da sevildiğinden emin olamadığı için daha doğrusu küçük olumsuzluklarla bile yüzleşemediği için bize ideal, kusursuz bir sevgi sunuyor. Ama bir yandan da biliyor ki bunlar kendi arzuları ve gerçek değil. Çünkü zaten kendisi de daha sonradan diyor ki “Başlangıçta sabırlı, sonra yavaş yavaş derken birden soğuk ve düşünceli ardından eleştirici, buyurucu ve kırıcı oluyordu”. Eğer bir tarafın duygularıyla ilgili, sabır ve hoşgörüden söz ediliyorsa, öncelikle memnuniyetsizlik ve hoşnutsuzluk olması gerekir ki karşı taraf buna sabır gösterirdi ya da hoşgörürdü denebilsin.Ayrıca bir insanın hem buyurucu hem de hiç bir şey talep etmeyen ve karşı tarafın özgürlüğüne son derece düşkün olması mümkün mü?
Althusser'in gerek dinamik anlamda, gerekse de deskriptif olarak narsistik kişilik bozukluğu ölçütlerini çok kolaylıkla karşıladığını söyleyebilirim. Bunlarla ilgili hem deskritif tanı ölçütleri açısından hem de dinamik tanı açısından örnekler verebilirim ama buna zaman harcamayacağım. Şimdi kendi içimde bir şeye karar vermeye çalışıyorum; ikiuçlu duygudurum bozukluğun dinamikleri hakkında mı konuşsam yoksa Helenee'le ilişkisinin son dönemi ve Helenee'i öldürmesinin dinamikleri hakkında mı konuşsam?. Tamam. Helenee ile ilişkisinin son dönemini daha çok merak ediyorsunuz ama önce kısaca duygudurum bozukluklarının dinamiklerinden söz edeyim, kısa sürecek.
Duygudurum bozuklukları ve narsisistik kişilik ilişkisi:
Şimdi size teorik bir bölüm aktaracağım. Ta yüzyılın başlarında yazılmış Fenicel ve Abraham'ın görüşlerinden bahsedeceğim.
Fenichel diyor ki, depresyonlular ile tutkunlar aynı tipten insanlardır. Kendine güvenin, dış destekler tarafından düzenlendiği bir döneme fikse olan bir kimse için, bu desteklerin önemi son derece büyüktür. Bu dünyayı, bitmez tükenmez bir doymazlıkla gözden geçirirler. Eğer narsisistik gereksinim doyurulmazsa, kendine güven, tehlikeli bir noktaya kadar azalır ve bundan sakınmak için her çareye başvururlar. Bu tür fiksasyonu olan kimseler, früstruasyonlara şiddetle tepki göstermeleriyle kendilerini belli ederken, diğer bir yandan oral bağımlılıkları, onları, gereksindikleri şeye boyun eğmeye ve kendilerini beğendirme yoluyla elde etmeye itekler. Bunların her birinin Althussere'de bir şeye işaret ettiğini, düşünüdüğüm için bunları aktarıyorum. Umuyorum siz de o bağlanıtları kuruyorsunuzdur. Kendini beğendirme (ve dolayısıyla boyun eğme) ile özgür olduğunu gösterme (ve dolayısıyla başkaldırma) arasındaki temel çatışmanın depresyona yatkınlığı olan insanlar için karekteristik olduğunu söylüyor. Kendini beğendirme ile baş kaldırma arasındaki çatışmanın genellikle terapi sürecinde terapiste karşı da ortaya çıkığını söylüyor. Althusser örneğinde bu çatışmanın hem annesiyle hem de Helenee ile ilişkisinde çok net bir biçimde görüldüğünü söyleyebiliriz. Aynı şey terapisti ile ilişkisinde de geçerli. Analistinin kendi üstünde fikir beyan etmesinin onu ne kadar kızdırdığını biliyorsunuz.
Depresif tutumların çoğu da bu kendini beğendirme ile başkaldırı ya da saldırganlığın bir bileşimidir. Aynı anda hem cinsel doyum veren hem de benlik değerini artıran desteklere sürekli gereksinim duyarlar. Aktif olarak sevme yeteneği olmayan, aşk tutkunlarıdırlar. Bunlar basitçe sevildiklerini hissetme gereksinimi içindedirler. Bunun yanısıra bağımlı oluşları ve narsisistik tip obje seçimleri ile karekterizedirler. Objelerle ilişkileri identifikasyon özellikleri (Althusser örneğinde bu kendini olmak istediği gibi -yiğit, cesur, gözünü budaktan sakınmayan tam bir erkek- algıladığı nesne seçimi olarak gösteriyor.) ile karışıktır ve sık sık obje değiştirme eğilimindedirler. Çünkü hiç bir dış obje gerekli doyumu sağlayamaz. Bu nesnelerden, kendilerine katılmalarına ve onunla birlik hissetmelerine olanak veren ve cesaratlendiren bir tutum beklerler.
Abraham diyor ki, manik depresif kişilerin kişiliğinde, önemli ölçüde kompulsif nevrotik özellikler vardır. Para bunlar için son derece önemli bir rol oynar. Para yitirme ve fakirlik korkusu, sık görülen bir durumudur. Althusser de bu kitabı yazmadan önceki son iki aya kadar bütün hayatı boyunca bu korkuyu ve para biriktirme takıntısını halledemediğini ve iki ay öncesinde -nasıl olduysa - hallettiğini söylüyor.
Depresyonu kolaylaştıran yaşantılar, bildiğiniz gibi genellikle benlik değerini düşüren şeylerdir. Ancak normal kimseler için benlik değerini artıracak yaşantılar bile eğer başarı hastayı bir ceza veya yükümlülük tehdidi altında bırakıyorsa ya da yeni görev ve sorumluluklar yaratıyorsa depresyon yaratıcı olabilir. Althusser'in depresyonlarının bir nedeninin de insan ilişkilerindeki yeni sorumlulukların, anlamlı kalıcı ilişkilerin yarattığı sorumluluklar olduğunu düşünüyorum.
Fenichel, depresyonluların, kendilerini çok kötü hissetmelerine ve kendileriyle ilgili olumsuz düşüncelerine rağmen, aslında çok iyi eziyetçiler olduğunu söyler. Genellikle bu eziyetleri ve manüplasyonları sayesinde, bütün çevrelerini denetim altında tuttuklarını ve onlara istediklerini yaptırdıklarını ve buradan doyum alarak yeniden toparlandıklarını ileri sürer. Althusser böylesi tutumları ile ilgili, yani hastanede kendisine nasıl bakılmasını sağaldığını, doktorları nasıl manüpüle ettiğini vs. çok uzun ve ayrıntılı bir biçimde adeta keyifle uzun uzun aktarıyor.
Depresif kişi, bir dış objeyi sevemediği gibi kendisini de sevemez. Duyguları, dış objeye olduğu kadar kendisine karşı da zıt yönlüdür (ambivalandır). Fakat bu zıt iki öğenin dağılımı farklıdır. Objelere karşı saldırganlık bastırılıp sevgi ön plana çıkarılırken, kendilerine karşı olumsuz duygular ön plana çıkarılıp, daha olumlu duygular bastırılır. Bunu Althusser vakası için de tipik olduğunu için söylüyorum. Bütün kitap boyunca Helenee ile ilgili en ufak bir kızgınlık duymadığını, onu ne kadar çok sevdiğini defalarca anlatır bize. Oysa, Helenee ile ilgili her yerden son derece sadistik ve agresif duyguların hatta korkunun ortaya çıktığını görürüz, ama o bize Helenee ile ilgili sadece olumlu duygularını anlatır. Kendisiyle ilgili de uzun uzun değersizlik, hiçlik ve işe yaramazlık tasarılarını aktarır durur.
Belki şöyle bir şey aklınıza gelebilir: “ başından beri Althusser’in narsisistik bir kişilik yapısı olduğunu söyledi, şimdi de depresifmiş gibi söz ediyor”. Depresifler ile narsisistikler, temel patoloji açısından birbirlerine çok benzer, aralarındaki fark narsisitiklerde patolojik büyüklenmeci bir kendilik parçasının (açık veya gizli) varlığına karşın depresiflerde bu kendilik parçasının olmamasıdır. Ayrıca baştan da söylediğim gibi Althusser’in ikiuçlu duygudurum bozukluğu ve narsisistik kişilik yapısı gösterdiğini düşünüyorum.
Son dönem ve Helenee'nin ölümü:
Diyor ki 79 öğretim yılı iyi başladı. Hem Helenee’de hem de bende olumlu değişiklikler vardı. Birbirimize daha tahammüllü davranıyorduk ve birbirimize karşı daha az kırıcı oluyorduk (demek ki öncesinde tahammülsüzlük ve kırıcılık olduğu itiraf ediliyor). Seksen’de, Ocak ayları gibi, bir fıtık dolayısıyla ameliyat olması gerekiyor, ama ameliyatı sürekli erteliyor, çünkü anesteziden korku duyuyor, fakat sonunda ameliyatı kabul ediyor. “Bu anestezi ve korku, bunalım beni yavaş yavaş yeni bir depresyona soktu” diyor. “İlk kez olarak nevrotik ve kuşkulu değil, tamamen klasik bir melankoli söz konusu olmuştu” diyor.
Daha öncesinde de ameliyat oldmasına ve anestezi de olmasına rağmen bu kez bu denli korkmasının ve ameliyat olmak istememasinin, doktorların teminat vermelerine karşın ölebileceğinden korkmaya başlamasının nedeni, biraz sonra nedenlerini anlatacağım bir yalnızlık ve terkedelme korkusuna kapılmış olmasıdır. Terkedilme korkusunun tam da bu dönemde en uç noktaya varmasıyla, genel anestezide bütün kontrolünü ve kendi bütünlüğünü ve kaderini başka insanların aktivitelerine teslim etme düşüncesi katlanılamaz bir endişeye dönüşüyor.
Girdiği ağır depresyona rağmen hastaneye yatmıyor, Haziran'a kadar evde durumu idare etmeye çalışıyor (daha önce bir an önce hastaneye yatırılması için doktorlarına büyük baskı yapan bir adam için hayli ilginç bir durum) Haziran'da hastaneye yatmayı sonunda kabul ediyor, ama bu sefer her zamankinden farklı olarak evlerine çok yakın bir hastaneye yatmak konusunda ısrar ediyor. Bu hastaneyi tercih etmesinin nedeni Helenee'nin kendisini daha kolay ziyaret edebileceğini, daha doğrusu Helenee’e daha yakın olacağını düşünmesi. O dönemde, bazı kişilerin ölümünü istediklerine, kendisini öldüreceklerine, kendisiyle ilgili mahkemeler kurulduğuna, Kızıl Tugaylar’ın kendisini takip ettiğine ilişkin hezeyanları var. Kendisini ölüme mahkum edilmiş, idam cezasını bekleyen biri olarak algılıyor.
Biraz önce Helene'in önceki sevgililerinin öldürüldüğünü söylemiştim. Ayrıca annesinin sevgilisi de (Althusser’in amcası) savaşta öldürülmüştü. Yani Althusser’in sevdiği kadınların sevgilileri hep öldürülmüş kimseler. Althusser kendisini sevdiği nesnenin arzusuna dönüştürdüğünü söylüyordu. Annesinin ya da Helenee’in gerçek sevgililerinin yerine geçmek istiyorsa bu durumda kendisinin de öldürülmesi gerektiğini düşünmesi doğal. Helenee’nin sevgillilerini madem siyasi örgütler (Naziler ya da Sovyet Siyasi Polisi) öldürdüler, Althusser’i öldürecek olan da ancak bir siyasi örgüt olabilir. O sırada da piyasada Kızıl Tugaylar var. İşte beni Kızıl Tugaylar öldürecek hezeyanının altında yatan şey bu olabilir.
Önce MAOI'leri veriyorlar, arkasından Anafranil kullanılıyor. Anafranil'le epeyce düzelip taburcu ediliyor. Daha sonra Helenee ile birlikte tatile gidiyorlar, ama sekiz on gün sonra durum tekrar ağırlaşıyor. ve geri dönüyorlar.
Şimdi bu ağır depresyonu, anestezi ve ameliyat korkusunu yaratan dinamik nedenlere geçebiliriz. Diyor ki : “Helenee artık benimle birlikte yaşayamayacağını, benim onun için canavar olduğumu ve beni bir daha görmemek üzere bırakıp gitmek istediğini bildirdi. Açık açık ev aramaya başladı, yanında olduğum halde yokmuşum gibi davranıyordu”. “Benden önce kalkıp bütün gün ortadan gözükmüyordu, evde kalmışsa da benimle konuşmaktan, hatta karşılaşmaktan kaçınıyor, odasına ya da mutfağa sığınıyor, beni içeri sokmuyordu, birlikte yemek bile yemiyorduk”.
Hatırlarsanız Althusser babasını annesine hiç bir yaşam hakkı tanımımakla, onun bağımsızlığına saygı göstermekle suçluyordu, babasını suçladığı bir çok şeyi bizzat kendisinin hem de fazlasıyla yaptığını söylemiştim. Burada da Helenee’nin bağımsızlaşma girişimlerini depresyonla ve suçlamayla bastırmaya çalışarak yanıt veriyor. Yani bir kendilik nesnesi(anne) ve idealize edilen kendilik nesnesi (baba) olarak algıladığı ve hep kontrol edebildiğini düşündüğü, yaşamının en önemli kişisi artık kendisini sevmiyor ve kendisinden kurtulmak istiyordu. Üstelik onu suçluyordu.
“Bunaltım dayanılmaz olmuştu, zaten hayatım hep terkedilmek ve özellikle Helenee tarafından terk edilmek korkusu içinde geçmişti (hani Helenee’nin kendisini sevdiğinden hiç bir zaman kuşku duymamıştı) ama böyle evin içindeyken beni bırakması, doğrusu hepsinden dayanılmaz geliyordu bana”.
Sanırım Althusser’in depresyonla ve suçlamayla verdiği yanıt Helenee’de de suçluluk duygularının ve kendisiyle ilgili olumsuz tasarımların belirgin bir şekilde ortaya çıkmasına neden oldu. Çünkü Helenee’nin söylemini değiştirdiğini görüyoruz: “Ben bir canavarım”, “Kendimi öldüreceğim, senden kurtulmanın başka yolunu bulamıyorum”.
Hatta konuyu uzatmak pahasına annesiyle ilgili imgesini de kısaca hatırlatmak yararlı olabilir:
Annem bu düğünden biririnden korkunç üç anı saklamış, kocasının cinsel zorbalığıyla bedeninde tecavüze uğraması (ırzına geçilmiş) olması, kızlığında biriktirdiği paranın babam tarafından bir akşamda, düğün şöleninde harcanıp bitirilmesi, ve son darbe olarak da öğretmenliği bırakmasına karar vermiş, çünkü o annemi hep evde, yalnız kendisine ait olarak görmek istiyormuş.
Burada ne olup bittiğine bakalım. Bana göre Helenee ile Althusser ilişkisindeki temel dinamik karşılıklı sevilme ve kendilik nesnesi vasıtasıyla varolma gereksinimlerinin karşılanmasına dayanıyor. Her ikisi de diğerinin onayı ve varlığı ile var olabiliyorlar. Fakat Helene bu döneme doğru bağımsızlaşmaya, kendi arkadaşlıklarını ve kendine ait bir dünya kurmaya ve ayrılmak istemeye başlıyor. Kendilik nesnesini yitirme endişesi içinde olan Althusser buna depresyonla yanıt veriyor ancak sadece depresyon ortaya çıkmıyor, aynı zamanda suçlayıcı olmaya başlıyor. O dönemde ikisinin de birbirine intiharla ilgili eziyet ettiklerini anımsamanızı isterim. Yani Althusser eline ipi alıyor ve intihar edecekmiş gibi dolanıyor ortada. Helenee de diyor ki beni öldür. Burada karşılıklı sadistik bir ilişki var. İkisi de birbirine iki insan birbirine ne kadar sadist davranabilirse o kadar sadistçe davranıyorlar. Kimsenin initihar etmeye niyeti yokmuş gibi görünüyor. İntihar tehdidi karşı tarafı elde tutmak, onu kontrolü altında bulundurmak için kullanılıyor. Öte yandan da terk edecek olana duyulan saldırganlığın bir boşaltımı. Amaç sadece karşı tarafa eziyet etmek, onu manipüle etmek ve onda suçluluk duyguları uyandırırark vicdanını rahatsız etmek gibi görünüyor. Şimdi Helenee diyor ki sen beni öldür, çünkü ben senin gibi bir canavarla yaşamaya tahammül edemiyorum.. Bu aslında bir insana verilebelicek en ağır ceza olabilir. Yani hem bir canavar olduğunun kanıtı olacak, ömür boyu taşıyacağı, hem diyelim ki en sevdiği insanın katili olmak gibi bir damga yiyecek ve hem de sevdiği nesneyi kaybedecek. Bunun hiç de özgeci değil tam tersine sadistik bir faailyet olduğunu düşünüyorum, Althusser'inkinin de böyle olduğunu düşünüyorum. Althusser’in iksinin de ne kadar özgeci ve birbirlerini sevmelerinin kanıtı olarak anlatılan şeyler (mesela ancak benim elimden ölmeyi isterdi, ben de ona hizmette bulundum), tam tersine karşılıklı nefretin, sadizmin ve saldırganlığın belirtileri olarak yorumlanmaları gereken şeyler.
Çok ağırlaştıkları son iki hafatlık dönemde kimseyle görüşmüyorlar, telefona çıkmıyorlar. İkisi de sadece analistleriyle görüşüyorlar. İkisinin de analisti bildiğiniz gibi aynı insan. Tuhaf bir durum ama öyle. Analist daha önce defalarca yattığı ve hep memnun kaldığı, ama evlerine uzak olan kliniğe Althusser’i tekrar yatırmak istiyor. Althusser ilk defa hastaneye yatmamak için olağanüstü bir direnç gösteriyor. Bundan önceki dönemlerde kendisi analistine gidip yalvar yakar kendisini hastaneye yatırtırken bu kez hastaneye yatırılmamak için elinden geleni yapıyor. Çünkü Helenee’in kendisini terketmesinden korkuyor ve ancak evde kalarak onu kontrol edebileceğini düşünüyor.
Bundan sonra olanlar çok sisli, kendisinin söylediğine göre analisiti 13-14 kasım'da Helenee ile görüşmüş. Helenee’nin analistlerine Althusser’in üç gün daha yatırılmaması için yalvardığını söylüyor. Ben Helenee 'nin Althusser’in yatışını geciktirmek için yalvarmasını gerektirecek bir nedeni olduğunu düşünmüyorum. Sanırım Althusser Helenee’nin kendisini terk edeceği endişesi içide olduğunun üztünü kapatmak istiyor. Ayrıca analiste yönelik yapılan suçlamalara karşı da analistini savunmak amacını taşıyor olabilir. Çünkü cinayetten sonra analisti Althusser’I zamanında hastaneye yatırmamakla suçlanmıştı.
Herneyse Althusser Helenee'i öldürmesiyle ilgili yorumu şöyle: “Ben zaten ölü bir insandım, asla varolmamıştım, annemle ilişkim beni öldürmüş ve hadım etmişti, benim Helenee’ i öldürmem demek zaten aslında kendimi öldürmem demekti. Helenee ile ben aynı şey olduğuma göre, ben Helenee'i inthar amacıyla öldürdüm”.
Bir açıklaması da şöyle, "Helene çok öldürülmek istiyordu, onu kurtarmak için bir hizmette bulundum" diyor. Bence intihar etmek isteyen bir insana yapılacak hizmet onu öldürmek değil, bu isteğini yaratan şeyleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmalıdır. Evet Althusser'in iddiası bu. Oysa bu bana başka türlüymüş gibi geliyor.
İntihar mı Cinayet mi?
Biraz gazete başlığı gibi oldu ama burada yanıtlamamız gereken soru bu. Çünkü ben Althusser'in Helene'i öldürmesini kendisinin açıkladığı gibi bir intihar değil bir cinayet olduğunu iddia edeceğim. Kendini yok etme arzusunun değil, kendini kurtarma arzusunun bir ürünü olduğunu söyleyeceğim.
Kendi yorumuma Althusser’in son dönemde hastaneye yatmamak için gösterdiği direnci ele alarak başlayacağım. İlk defa Helenee kendisini terk edeceğinden söz ediyor. Aslında hastaneye yatırılması demek, Althusser’in zihninde bence Helenee'nin kendisini terk edecek olması demek. Kendisi hastaneye yattıktan sonra kendisine ev arayan, başka yere taşınmak isteyen bir insan, kendisini bırakabilir ve bir daha gelmeyebilir. Üstelik analisti tarafından eve oldukça uzak bir kiliniğe yatırılmak isteniyor. Analistinin de Helenee ile kendisini ayıran bir obje işlevi gördüğünü en azından Althusser'in zihninde onları birbirinden ayıran bir obje olarak algılandığını düşünüyorum. Tabi analist de Helenee’nin bağımsızlığını kazanması, kendi ruhsal gelişimini tamamlaması ve kendi dünyasını kurabilmesi için Althusser’den ayrılmasını desteklemiş olabilir. Çünkü daha sonra da bir rüyasının analiziyle ilgili olarak kendisi de analist olan bir arkadaşınını yormuna katıldığını söylüyor O analistin yorumu “bence sen analistini öldürmemek için Helene'i öldürdün”. Althusser bu fikri de daha önceki teziyle birleştiriyor ve diyor ki “evet ben anilistimi öldürmemek için Helenee 'i öldürdüm ama aynı zamanda kendimi öldürdüm, annemi öldürdüm, analsitimi öldürdüm”. “Böyle yapmakla da (yani analistimi de öldürmekle) hayatımın desteğini sağlayan birini öldürmem, aslında kendimi yok etme isteğinden kaynaklanıyor. Ben sürekli kendini yok etme isteği içinde bir insandım. Bütün hayatım böyle geçti. Dolayısıyla analistimi öldürmem ya da Helenee'i öldürmem kendimle ilgili bütün tanıklıkları, bilgileri, ya da varoluşumun kanıtlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir eylem olarak yorumlanmalıdır”.
Şimdi Helenee'nin geçmişine bakarsak, bir başka ihtimal de şu: Helenee uzun zaman hem annesine hem babasına kanserliyken bakmak zorunda kalıyor, ikisi de kanser ve yatalaklar. Helenee de uzun süre evde bakımlarını üstleniyor ve sonra da öldürüyor.
Althusser uzun zaman hastaneye yatmayarak Heleneen'nin kendisine bakmasını sağlamış ve onu buna zorlamış oluyor, üstelik Helenee'nin tam kendisini terk etmek istediği bir dönemde, ama bu aynı zamanda son derece riskli bir arzu. Yani bir yandan Helenee'nin kendisine bakmasını sağlamış olurken bir yandan da Helenee tarafından öldürülme riskini barındırıyor. Helenee’in daha önce böyle baktığı kişileri öldürme " alışkanlığı" var. Hem de bunlar annesi ve babası olmalarına karşın.
Bütün bunlar Althusser’in zihninde bilinçlilik derecesini bilemeyeceğim bir şekilde Helenee tarafından öldürülme korkusu da yaratabilir. Bildiğiniz gibi hem hastaneye yatığı dönemde, hem daha sonra uzun süren, daha öncekilerden de hayli uzun süren ve şiddetli bir öldürülme korkusu ve psikotik persekütif sanrılar içinde bulunuyordu. Ayrıca Helenee, Althusser’ e bir canavar olduğunu ve kendisine sürekli eziyet, işkence ettiğini ve kendisini sürekli mutsuz ettiğini, onun ilişkisi sayesinde bir türlü kendisine gelemediğini ve tek kurtuluşunun onu terk etmek olduğunu söylüyordu. Helenee’nin başka insanlarla lişkisine baktığımız zaman da mesela diyor ki, 1945'te ben onu tanıdığım zaman hiç bir dostu yoktu, tek bir arkadaşı kalmamıştı, bu sadece kurşuna dizilmeler, öldürülmeler neticesi değil. Helenee'nin insanlarla ilişkisinde insanlarla bir süre sonra bozuşuyor, ve bozuşurken de o insanların kendisine kötü davrandığını , kendisine eziyet ettiklerini kendisine iyi davranmadıklarını iddia ediyor. Partiden ayrılışı da böyle. İnsanlar Helenee'e haksızlık yapıyorlar, eziyet ediyorlar, insanlıkdışı bir muamele yapıyorlarmış gibi. Biz bunların gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz ama sonunda Helenee onlardan bu gerekçelerle ayrılıyor. Şimdi bu canavar temasının Althusser’e yöneltilmesi, zaten kendisiyle ilgili kötülük tasarımları her an ortaya çıkmaya hazır, Althusser için de bir kibrit yerine geçebileceğini düşünüyorum. Althusser de bu canavar suçlaması karşısında -ister buna projektif identifikasyon diyelim, ister kendi kötü tasarımlarının ortaya çıkması diyelim- kendisini kötü bir canavar olarak algılamaya başlıyor. Bence öldürülmeyi bu nedenle bir kez daha hak ettiğini düşünüyor. Yani bu durumu da Althusser'de öldürülme korkusunu uyandırıyor. Dolayısıyla Helenee'i öldürmesi kendi psikotik dünyası içerisinde bir meşru müdafaa imiş gibi algılanabilir. Ama meşru müdafaa da, başkasını değil kendini korumaya yönelik bir şeydir, ulvi ve yüce bir şey değil sadece kendini koruma arzusundan kaynaklanır ve sonunda cinayettir.
Keza bir diğer açıklama, -bunların hepsi spekülayon tabi, uyduruyoruz yani- Althusser’in gerek felsefi faaliyetleri, gerek politik faaliyetlerine baktığımız zaman hep bütün, bütünle ilgili fikirler ileri sürme içinde olduğunu görüyoruz. Şöyle bir fantazisi olduğunu söyleyebiliriz Althusser’in. Bütün dünyaya hocalık etmek, bütün dünyayı, felsefeyi ve politikayı kendi egemenliği altında tutmak. Bütün eylemleri buna yönelik gibidir. Yazdıkları kitaplar da öyledir. Ancak dünyayı ve ilişkide bulunduğu insanları kontrol ve egemenliği altında tuttuğu zaman rahat edebilmektedir. Kontrolün en had noktası ise cinayettir. Bir nesneyi en mükemmel kontrol edebildiğiniz an onu yok edebildiğiniz andır. Tümüyle hakimsinizidir. Sadizmin ve kontrolün en uç aşaması dolayısıyla cinayettir. Böyle bir yanı da olabileceğini, yani bir kontrol amacı, temel motivasyonun kendi elinden kaçmakta olan ve kendisini terk etmek isteyen, artık kendisini bir daha görmemek isteyen bir nesneyi kontrol edebilmek için yok etmek olabileceğini de düşünüyorum.
Althusser Helene'i öldürdükten sonra bir dönem de iki yıl kadar süren intihar fikirleri oluyor. Fakat bunlar bana gerçek intihar etme arzularından çok süperegosuna yönelik kendi kendini cezalandırma ödünleriymiş gibi geliyor. O kadar ayrıntılı planlar ki bu planlar. Mesela diyor ki “insanlık tarihinden başlayarak kendi kendini öldürme biçimlerini araştırdım”. İntihar edeceksen çık bir yerden atla. Bütün bu planların aslında intihar etmemek için bir oyalanma olduğunu söylemek istiyorum. Obssesif insalar da bilirsiniz, planlarlar planlarlar ama eyleme dökmezler. Daha doğrusu bu planlar dolayısıyla eylemlerini gerçekleştirmezler, çünkü bu planların işlevlerinden biri de eylemi engellemektir.
“Sürekli intihar söylevleri çekiyormuşum, aynı zamanda ve özellikle içine düşmüş olduğumu hissettiğim sefil ve perişan durumdan çıkma, umut ve olaslıklarının tümünü yok etmek fikrini bir türlü bırakmıyormuşum”. “Bu yönde kanıttan yana bir eksiğim yokmuş. Kanıtlarım ve idialarım oldukça sağlam ve çok tutarlıymış, hatta her türlü çarenin ve özellikle de psikanalitik tedavinin kesinlikle boş olduğunu kanıtlamakla zamanımı geçiriyormuşum”. Şuraya dikkatinizi çekmek istiyorum. Daha evvel Althusser’in narsisistik kişilik bozukluğu kriterlerini nasıl karşıladığını anlatmamıştım. Önce Althusser’in bir sözünü aktaracağım: “Felsefi tartışmanın diyalektiğine en alışkın ve egemen olanlar bile -ki çoğu kez karşımda çok yetenekli filozoflar bulunuyordu- diyecek bir şey bulamayıp susuyor ve yanımdan benden tamamen umudu kesmiş olarak ayrılıyorlarmış. Herbiri şaşmaz bir biçimde benim zaferimle sonuçlanan birer güç denemesine benzeyen bu kanıtlamalarla güttüğüm asıl hedef ne olabilirdi?” İntihar duyguları içindeki bir insanın bu denli güç ve insanları altetmekle ilgilenmesi benim aklımın almayacağı bir şeydir. İntihar fikirlerinin sahiciliğini kuşkuya düşüren bu sözler aynı zamanda ne kadar narsisitik bir yapılanma ile karşı karşıya da olduğumuzu anlatıyor bize.
Peki bu intihar fikirleri gerçek bir intihar arzusunu göstermiyorduysa neyi gösteriyordu? Çok basitçe söylersek, süperegonun kuruluş aşamasında daha evel babanın tokatı ya da cezalandırması yerine, içsel baba tasarımının ve dolayısyla çocuğun kendisinin kendi kendini cezalandırmasına geçildiğini söyleyebiliriz. Yani kendi cezamı kendim vereceğim, bundan sonra bir hata işlersem bunun bedelini vicdan azabıyla ve suçluluk duygularıyla kendim çekeceğim gibi.
Burada Althusser'in bütün bu dönemi suçluluk duyguları ile geçirdiğini düşünüyorum, intihar fikirini besleyen en önemli kaynak kendine duyduğu kızgınlık ve kendini kötü olarak algılamasıdır. Kendini kötü olarak algılamasını sağlayan şey ise, intihar etmiş olması değil, kendini kurtarmak için bir cana kıymış olmasıdır.
Gene hastanede yattığı bu dönemde, olağanüstü bir tahakküm kurduğunu zevkle anlatıyor. Mesela diyor ki, “Hanım arkadaşlarım bir liste yapmışlar, her gün sırayla ziyaretime gelip benimle konuşuyorlar, bir gün biri gelmezse, ortalığı birbirine katıp adeta bir despotlukla bütün arkadaşlarımın beni ziyaretini temin ediyordum”. Ayrıca ilave ediyor “Doktorumun gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum ve o geldiğinde üzerine atlıyordum, onunla konuşmak beni çok rahatlatıyordu”. Şimdi hiç bir ümidim kalmamıştı deyip de bir yandan doktorunu sabırsızlıkla bekleyen, despotlukla her gün bir hanımın kendisini ziyaretini temin eden ve bunu zevkle aktaran kişi aynı kişi olabilir mi? Bunları yapan birinin intihar edebileceği ve intiharı ciddi olarak düşündüğü söylenebilir mi?. Benim cevabım hayır, düşünülemez ve söylenemez biçiminde.
Althusser’in bir açıklamasına göre, bir hanım dostu “Sende sevmediğim yan kendini yok etme isteğindi” demiş. İşte bu söz benim her şeyimi aydınlattı diyor. Bu sözden yola çıkarak aslında Helenee'ni öldürmenin kendimi yok etmek olduğunu kesinkes anlamış bulundum. İşine gelen açıklamalara ne kadar da çabuk ikna oluyor.
Toparlayacak olursam ben Althusser’in Helenee’i, ona bir hizmette bulunmak ya da intihar etmek amacıyla öldürmediğini, kendi içsel gereksinimleri sonucu öldürdüğünü düşünüyorum. Nedenlerine gelince bunların;
1. Kendisini hiç bir zaman gerçekten sevmemiş, açıkça dışarı vurulan suçlayıcı bir ıstırabın çaresiz kurbanı, tüm yaraları kanayan, acılar içindeki mazoşist bir imge, ama bu özelliği ile aynı zamanda bana karşı dehşetli ölçüde sadist de (bana karşı da, çünkü annem, sevdiği Louis’in ölmüş olduğu gibi, benim de ölmemi istemezlik edemezdi..) diye tanımladığı anneye (ve benzer dinamiklerle bağlı olduğu Helenee’e) duyulan öfke,
2. Aynı zamanda kendisini mutlu edemediği ve acısını dindiremediği için sürekli olarak geniş ve dipsiz bir korku, bir bunaltı içinde yaşamasına ve hayali bir suçlululuktan kurtulamamasına neden olduğu için, yaşadığı çaresizliği nedeni olarak gördüğü bu nesneye (anne ve Helenee) duyulan saldırganlık duyguları,
3. Bütün özgürlük ve özerklik iddialarına ve böyleymiş gibi yaşamaya çalışmasına rağmen aslında ne kadar bağımlı ve muhtaç olduğunu gösteren bir nesneye duyulan hınç,
4. Belki kendisini öldürecek birini engellemek arzusu,
5. Bağımlı olduğu ve tahakkümü altına girdiğini, dolayısıyla yeniden köleleşeceğini bildiği birinden özgürleşebilmek arzuları,
6. Mutlak kontrolü altında tutmaya çalıştığı ve tutabildiğini zannettiği bir kişiye aslında bağımlı olanın kendisi olduğunu ve artık onu kontrolu altında tutamayacağını görerek kapıldığı telaş ve hiçlik duyguları olduğunu düşünüyorum.

Althusser bu kitabı niye yazmış olabilir?
Şimdi son olarak Althusser’in bu kitabı niye yazmış olduğuna ilişkin bir şeyler söyleyeceğim. Althusser oldukça mahrem yanlarını, oldukça da açık gibi görünen bir biçimde herkese, yani kitabı okumak isteyecek herkese anlatıyor. Bir insanın kendisini böyesine açık bir biçimde kamuoyuna sunması kolay bir şey değildir ve ancak bir zorunluluğun gereği olarak hissedilebilir. Bu zorunluluk cinayetle de artan kendilik nesnesi gereksinimidir. Althusser'in bütün yaşamı boyunca o en başta sözünü ettiğim kendilik nesnesi gereksinimini karşılayamadığını düşünüyorum. Annesiyle olan ilişkisinde yerine getirilememiş kendilik nesnesi işlevi, Helene'le olan ilişkisinde de gerçekleşmemiş.
Althusser bu kitabı yazarak bir deneme daha yapıyor, bütün okurlarına bir kendilik nesnesi işlevi yüklüyor. "Ey ahali, ben bunları yaşadım, bu ızdırapları çektim beni bu halimle kabul ediyor musunuz, onaylıyor musunuz, onaylamıyor musunuz?" diyor. Daha da önemlisi bütün bunlara ragmen beni seviyor ve bana hayran oluyor musunuz? diyor. Bu yeni bir kendilik nesnesi yaratma girişimidir. Burada bitirerek Althusser'in sorusunun yanıtını size bırakıyorum.



KAYNAKLAR
Abraham K : Selected papers, Institute of Psychoanalysis and Hogarth Press. London, 1927.
Althusser L : Gelecek uzun sürer. Çeviri: Berkan İ Can Yayınları, İstanbul, 1996.
Fenichel O: Nevrozların Psikanalitik Teorisi. İngilizceden çeviren: Tuncer S, Ege Üniversitesi Matbaası, İzmir, 1974
Kohut H: The Analysis of the Self. International Universities Press, New York, 1971
KohutH: Restoration of the Self. International Universities Press, New York, 1977
Kernberg OF: Borderline Conditions and Pathological Narcissism. Jason Aranson, New York, 1975.

Borderline ( Sınırda ) Kişilik Bozukluğu

BORDERLİNE KİŞİLİK BOZUKLUĞU

Prof. Dr. Doğan Şahin

GİRİŞ

Bundan 40 yıl öncesine kadar psikiyatrik bozukluklar nevrotik ve psikotik olarak ikiye ayrılırdı. Sonradan nevrotik olanlarla, psikotik olanlar arasında başka bir grup daha olduğu fark edilmeye başlandı. Bu kişiler nevrozlardan daha ağır, psikozlardan daha hafif bir psikopatoloji gösterirler. Sınırda denmesinin nedeni, psikozun sınırında olmalarıdır. Ancak bu ileride psikoz olacakları anlamına gelmez, zaman zaman psikotik dönemler geçirseler de kalıcı bir psikoz geliştirmezler.

Nevrotik, Borderline Ayrımı

Bu kişiler nevrotik değildir çünkü tutarlı bir benlik ve nesne algıları yoktur. Yani kendilerini de başkalarını da dünyayı da bazen çok iyi bazen de çok kötü olarak algılarlar.
Kişinin kendi hakkındaki kanaatlerinin bilinçli ve bilinçdışı bütünü anlamına gelen kendilik tasarımı, nevrotiklerde bütünlüklü, kararlı ve tutarlı iken, borderline vakalarda kendilik tasarımı bütünlükten yoksun, kararsız ve tutarsızdır.
Bazen kendilerine çok güvenirler, bazense hiç güvenleri kalmaz. Bazen kendilerini çok zeki bulurlar bazen geri zekalı gibi hissederler. Bazen çok canlı, neşeli olur, bazen çok durgun ve keyifsiz olurlar.
Aynı şekilde başta yakın ilişkler olmak üzere diğer insanları ve dünyaya ilişkin kanaatlerimiz anlamına gelen nesne tasarımları da nevrotiklerin aksine borderlinelarda bütünlükten yoksun, kararsız ve tutarsızdır.
Aile üyelerini, arkadaşlarını da iki uçta algılarlar. Bir insanın ve kendilerinin iyi ve kötü yanlarını bir arada görmezler.
Kendilik ve nesne tasarımlarının bütünlükten yoksunluğu, kararsız ve tutarsız oluşları bu kişilerde nevrotiklerdeki kimlik bütünlüğünün olmadığı, bunun yerine kimlik dağınıklığı olduğunu gösterir.

Nasıl bir insan oldukları sorusuna ya yanıt veremez; " ne bileyim, herkes gibi biriyim, çok zor bir soru ne desem şimdi" gibi şeyler söylerler ya bir arada olması mümkün olmayan tutarsız ifadeler ( çok cömertimdir& kimseye bir şey vermem/çok sevgi doluyumdur& herkesten nefret ediyorum) kullanırlar ya da tutarlı ve bütünlüklü gibi görünen tanımlamalar yapsalar bile aynı görüşemde ya da daha sonra bunların tamamen tersi şeyler söylerler. Nevrotiklerin kendilerini ve başkalarını algılamaları karalı ve değişmez. Olaylara bağlı küçük oynamalar gösterse de, her zaman kendilerini benzer şekillerde algılarlar, oysa borderlinelarda hem kendilerini hem de başkalarını algılamaları bir uçtan bir uca savrulur durur.

Nevrotiklerden önemli bir başka farkları kullandıkları savunma mekanzimlarının farklı olmasıdır. Nevrotikler temel olarak bölme (splitting) ve buna yardımcı olarak ilkel savunma mekanizmalarını kullanırlar. Bu, yardımcı savunma mekanizmaları yansıtmanın ilkel biçimleri, yansıtmalı özdeşim (projektif identifikasyon), inkar (denial) , tüm güçlülük (omnipotans) ve değersizleştirmedir ( devalüasyon).


Psikotik, Borderline Ayrımı
Öte yandan psikotik de değillerdir, çünkü bu kişilerde psikozlarda bozulan gerçeği değerlendirme yetisi korunmuştur. Gerçeği değerlendirme yetisi temel olarak içsel uyaranlarla dışsal uyaranları ayırt etme yetisidir. Bir insan istediği gibi görsel ya da işitsel özellikleri olan hayaller kurabilir. Psikozlar kendi kurdukları, yani kendi içlerinden gelen uyaranları, dışarıda olan gerçekler zannederler. Nevrotiklerde gerçeği değerlendirme yetisi tam, psikozlarda ise bozuktur. Borderlinelarda ise zaman zaman kısa süreli bozulmalar görülür. Yani kısa süreli psikotik dönemleri olabilir. Halusinasyon ve hezeyanlar ortaya çıkabilir. Hezeyanlar çoğunlukla kendisine kötülük edileceği yönünde olur.

SIKLIK

Toplumda kadınlarda % 3, erkeklerde % 1 oranında görülür. Ancak son on yılda bu rakamlarda önemli bir artış olduğu gözlemlenmektedir. Son yıllarda genç kuşaklar arasında yapılan araştırmalarda % 10 un üzerinde olduğu görülmektedir.

EŞLİK EDEN DİĞER PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR

Borderlinelarda her türlü psikiyatrik rahatsızlık görülebilmektedir. Panik bozukluğu, obsesyonlar, kompülsiyonlar, diğer anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları, özellikle blumia, çeşitli bedenselleştirmeler, hipokondriasis, cinsel sorunlar bunlar arasında en sık görülenleridir.


BELİRTİLERİ

Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Borderline kişilik bozukluğu ile ilgili saydığı belirtiler şunlardır:

Aşağıdakilerden beşinin ya da daha fazlasının olması ile belirli, genç erişkinlik döneminde başlayan ve değişik koşular altında ortaya çıkan, kişilerarası ilişkilerde, benlik algısında ve duygulanımda tutarsızlık ve dürtüselliğin olduğu sürekli bir örüntü
1. Gerçek ya da hayali bir terk edilmekten kaçınmak için çılgınca çabalar gösterme
2. Gözünde aşırı büyütme ve yerin dibine sokma uçları arasında gidip gelen, gergin ve tutarsız kişilerarası ilişkilerin olması
3. Kimlik karmaşası: Belirgin olarak ve sürekli bir biçimde tutarsız benlik algısı ya da kendilik duyumu
4. Kendine zarar verme olasılığı yüksek en az iki alanda dürtüsellik (örn. Para harcama, cinsellik, madde kötü kullanımı, pervasızca araba kullanmak, tıkınırcasına yemek yemek)
5. Yineleyen intiharla ilgili davranışlar, girişimler, göz korkutmalar ya da kendine kıyım davranışı
6. Duygudurumda belirgin bir tepkiselliğin olmasına bağlı affekitf instabilite (örn. yoğun epizodik disfori, irritabilite ya da genellikle birkaç saat süren, nadiren birkaç günden daha uzun süren anksiyete)
7. Kendini sürekli olarak boşlukta hissetme
8. Uygunsuz, yoğun öfke ya da öfkesini kontrol altında tutamama (örn. Sık sık hiddetlenme, geçmek bilmeyen öfke, sık sık kavgalara karışma)
9. Stresle ilişkili gelip geçici paranoid düşünce ya da ağır dissosiyatif semptomlar


1. Kendilik algıları, özellikle de kendilik değerleri başkalarının kendisine nasıl davrandığına bağlı olduğu için, istenememek, terk edilmek kendilerini çok kötü hissettirir. Bunu engellemek için de ellerinden geleni yaparlar. Bazen arkadaşları ya da sevgililerine fazla bir ilgileri olmamasına rağmen, hatta ayrılmak istemelerine rağmen gene de terk edildiklerinde kendilerini çok değersiz, istenmeyen biri olarak algılarlar.

İlişkide oldukları insanlarda suçluluk ve yetersizlik duyguları uyandırarak onları kontrol etmek isterler. Borderlinelar ancak dışarıdan olumlu yansımalar aldıklarında kendilerini iyi hissedebilen kimselerdir, dışarıdan olumlu uyaranlar almadıklarında kötü olurlar. Dolayısıyla başkalarını kendilerine iyi davranmaları konusunda çeşitli yollardan zorlar. Mesela sevgilisi ayrılmak istediğinde intihar etmekle tehdit eder, kendisini kullanmış olmakla suçlarlar. Aile üyelerini de arkadaşlarını da sürekli kendi istediği gibi davranmaları konusunda zorlarlar. Bir şey istedikleri gibi olmadığında kendilerine haksızlık yapıldığını, çok büyük bir hata işlendiğini düşünür ve tepki verirler.

2. Genellikle insanlarla çabuk tanışır, çabuk ilişki kurar ve çok çabuk içli dışlı olurlar. Daha birkaç saat önce tanıştığı biriyle kırk yıllık arkadaşı kadar samimi olabilirler ama ilişkileri uzun sürmez. Çok çabuk sevip değer verdikleri gibi çok kolay da nefret edip yerin dibine sokabilirler. İnsanları bir bütün olarak değerlendirmezler, daha çok kendilerine nasıl davrandıkları ile ilgilidirler. Başkalarının hiç değer vermeyeceği biri kendisine değer verir veya önemserse, kendi gözünde herkesten değerli olur. Onun ne olduğu ile o kadar ilgilenmezler, yani karşılarındaki kişi bir uyuşturucu taciri, dolandırıcı, hırsız, katil ya da ahlaksız biri olabilir, bunları önemsemezler insanların sadece kendilerine nasıl davrandığı ile ilgilidirler. Öte yandan topluma, insanlığa çok yararlı, çok düzgün biri kendisini önemsemezse ve ilgilenmezse onun gözünde beş para etmez değersiz bir insan olur.

3. En çok dikkati çeken özellikleri dengesizlikleridir. Kendileri ve başkaları hakkındaki düşünceleri ve duyguları çok kolay değişir. Keyfi yerinde ve iyi hissederken birden çoğunlukla da kendilerinin de anlamadığı bir şekilde canları sıkılır ve kendilerini kötü hissetmeye başlarlar. Gün içinde genellikle birkaç kez bu değişimler olur. Ancak bazen de birkaç gün değişmeden süren kederli, üzgün ya da sinirli olabilirler. Bazen de bu çok uzun sürer ve depresyon gibi algılanabilir. Ancak depresyondan farklı olarak, iyi bir şey olduğunda hiçbir şeyleri yokmuş gibi olurlar.

4. Dürtülerini ve duygularını kontrol etmekte zorlanırlar. Öfkelerini kontrol edemedikleri, kendilerine veya eşyalara ya da başkalarına zarar verdikleri sık görülür. Bedenlerine zarar verme davranışı bazen çok yoğun can sıkıntısını ve kötülük hissini gidermeye bazen de başka birini cezalandırmaya yöneliktir. Dürtü denetiminde zorluk sadece öfke ve saldırganlıkla ilgili değildir. Tehlikeli araba kullanma, dönem dönem rastgele cinsel ilişki kurma, ödeyemeyecekleri şeyler alma, fazla alışveriş yapma, aklına estiği gibi davranma davranışları görülür.

5. Çoğu tepkisel olmak üzere sık intihar girişimleri gözlenir. İntihar girişimleri çoğunlukla da birilerini üzmeye, kendisine yaptıkları için pişman etmeye ya da istediği gibi davranmalarını sağlamaya yöneliktir. Ancak bunu bilerek ve isteyerek yaptıkları sanılmasın. Çünkü kendileri neden böyle yaptıklarını bilmezler, sadece intihar etmek isterler ve edeler. Bazen de intihar girişimleri kendilerine yönelik öfkelerinden kaynaklanır. Kendilerini değersiz, işe yarmaz ve istenmeyen, sevilmeyen biri olarak algıladıklarında da kendilerine kızdıkları için kendilerini yok etmek isteyebilirler. Ayrıca sürekli can sıkıntısı, tekrarlayan hüsranlar ve hayatlarının bir türlü yoluna girmemesi, sürekli terk edilme deneyimleri, kendilerine olan öfkelerinin artmasına neden olur .
Her ne kadar çoğu başkalarını cezalandırmaya yönelik olsa da borderline vakaların yaklaşık % 3-10 u intihar nedeniyle yaşamlarını kaybederler.

6. Duyguları çabuk değişir, özellikle kendilerini önemsiz, değersiz hissettiren küçük olaylara bağlı olarak, sıkkın, kederli ruh hallerine geçerler ya da öfkeli, sinirli olurlar. Bu kötü ruh halleri birkaç saatten birkaç güne kadar sürebilir. Genellikle yeniden iyi hissetmeleri de iyi gelen başka bir olaya bağlı olur.

7. Sürekli bir boşluk hissi ile can sıkıntısı vardır. Bu daha çok kimlik bütünlüğünün olmamasına bağlıdır. Kendini zamansal boyutta bütün olarak hissedememe ve bulunduğu anın içinde olamama boşluk hissi olarak algılanır. Her hangi bir şeye kendilerini tam olarak veremedikleri için ve bir yanları hep dışarıda kaldığı için boşluk ve sıkıntı hissederler.
8. Dürtü denetiminin olmaması yanında, kendini kötü hissettiren nesnelere hissettikleri düşmanlık dolayısıyla kolay öfkelenir ve öfkelerini de kontrol edemezler.
9. Yoğun stres altında, bir terki ya da travmayı takiben psikotik ya da disosiyatif belirtiler gösterirler. Bu belirtiler genellikle kısa sürer, bazen birkaç gün, bazen de birkaç haftaya kadar devam edebilir. Ancak devam ettiği süre içinde de süreklilik arz etmezler. Gün içinde geçtiği zamanlar olur.



ETYOLOJİ

Borderline vakaların en sık rastlanan ortak hikayeleri, erken çocukluk yıllarında anne babadan ayrı büyüme, babaanne ya da anneanne tarafından büyütülme, anne kaybı ve erken çocukluk çağı travmaları, parçalanmış aile içinde büyüme, şiddete ya da cinsel tacize maruz kalmadır.

Borderline patoloji aslında bir çeşit gelişme duraklamasıdır. Yani bütün insanlar hayatlarının 1-3 yaşlarında borderlineların olduğu gibidir. İnsan ilk dünyaya geldiği zaman, kendisi ile kendi dışında kalanı ayırt edemez. Bir tek kendisi varmış gibi algılar, annesini de dünyanın geri kalanını da kendi uzantısı gibi algılar, Sonra kendisi ve kendisi olmayan şeyleri ayırt etmeye başlar. Ancak uzun bir süre daha kendisi ve nesnelerin iyi ve kötü yanlarını bir arada göremez. Bir yaşından 3 yaşına kadar olan zamanda yavaş yavaş, kötü ve iyi nesneleri ve kötü ve iyi kendisini bir araya getirmeye, birleştirmeye başlar. Yani o dönemde çocuk kendisine kötü davranan annesi ile iyi davranan annesini ayrı kişilermiş gibi algılar. Kendisini de kötü davranılan ve iyi davranılan olarak iki ayrı varlıkmış gibi algılar. Bu ayrı algılama tam olarak ayrı insanlar biçiminde olmaz. Yani ikisinin de annesi olduğunu bilir ama iyi anneye duyduğu duygularla, kötü anneye hissettiklerini bir araya getiremez. Annesi ya çok iyi ya da çok kötüdür. Kendisi de ya çok değerli ya çok değersizdir. O yüzden çocuğun duyguları çabuk değişir. Annesine büyük bir sevgi ile sarılırken, beş dakika sonra annesi istediğini yapmayınca annesine öl, seni istemiyorum, benim annem değilsin diyebilir. İşte borderlinelar da bu yaştaki çocuk gibidir.
Neden başkaları bu birleştirmeyi yaparlarken borderlinelar yapamaz?
Çünkü bu birleşmenin yapılabilmesi için iyi ve kötü nesneler bir araya geldiğinde yani birleştiğinde ortaya çıkacak sentezin yeterince iyi olması gerekir. Annesini bir bütün olarak algıladığında ortada iyi bir anne kalmayacaksa çocuk bu birleştirmeden çok büyük sıkıntı duyar. Tamamen kötü bir anne algısı ile hayatını sürdürmez, Annesini iyi ve kötü olarak ayrı algılamaya devam etmek, hiç değilse bazen iyi bir annesi olduğu düşüncesini ve ona bağlı özel ve değerli olduğu duygusunu sürdürebilmesini sağlar.
Bu çocuklarda anneyle yaşanan deneyimlerin, dolayısıyla anneye yönelik algıların, kötü olanları daha fazladır. Bu bazen doğuştan getirilen bir yatkınlığın, bazen anneyle yaşanan deneyimlerdeki öfkenin fazlalığından bazen de ikisinden birden olur.

TEDAVİ

Temel tedavisi uzun süreli grup ya da bireysel terapidir. Terapileri en az 4 yıl sürer ve çoğunlukla da 6 yılı bulur. Terapinin en az haftada bir veya iki kez yapılması gerekir. Haftada üçe bile çıkılması gerekebilir.
Bunun yanında zaman zaman depresyonları olduğunda depresyon ilaçları, yoğun sıkıntıları olduğunda sıkıntı gidericiler kullanılabilir. Duygudurumu çok sık değişenlerde duygudurum düzenleyicileri, öfke kontrolünde çok zorlananlarda ve psikotik dönemleri olanlarda düşük doz antipsikotikler kullanılabilir. Ancak ilaçlar bordderlinelarda gerçek anlamda bir tedavi sağlamazlar, sadece sorunun yatışmasını sağlarlar. Esas tedavi terapidir.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Kişilik Bozuklukları

KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Prof. Dr. Doğan Şahin
İÜ. İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD
Sosyal Psikiyatri Servisi

GİRİŞ

Kişilik bozuklukları konusu son 30 yılda giderek daha çok ilgi odağı olmuştur. Bunun başlıca üç nedeni vardır. Birincisi, sosyo- kültürel ve aile ilişkilerindeki değişikliklere bağlı olarak, kişilik bozukluklarına rastlanma sıklığındaki artıştır. İkincisi, kişilik bozukluklarının aile içi ilişkilerde, sosyal ve mesleki uyumda önemli sorunlara yol açmasıdır. Üçüncü etken de, kişilik bozukluklarında daha önce pek bir şey yapılamayacağı inancı yaygınken, giderek tedavi edilebilir olduğunun görülmesidir.

TANIM

Kişilik bozuklukları; kişinin kendi kültürüne göre, beklenenden önemli ölçüde sapmalar gösteren, süreklilik arz eden bir iç yaşantılar ve davranışlar örüntüsüdür. Ergenlik ya da genç erişkinlik yıllarında başlar, zamanla kalıcı olur ve sıkıntıya ya da işlevsellikte bozulmaya yol açar. Herkeste çeşitli biçimlerde görülebilecek kişilik özelliklerinin, kişilik bozukluğu olarak değerlendirilebilmesi için, bunların esneklikten yoksun ve uyum bozucu olması, işlevsellikte belirgin bir bozulmaya ya da kişisel sıkıntıya neden olması gerekmektedir. (1)
Değişmeyen bu tutum ve davranış kalıpları şu alanlarda kendini gösterir:
1. Düşünce farklılıklarında (kişinin kendisini, başkalarını ve olayları yorumlama biçiminde),
2. Duygulanım farklılıklarında (duygusal tepkilerin görülme aralığı, yoğunluğu, değişkenliği ve uygunluğu),
3. İnsanlar arası ilişkilerde yaşanan zorluklarda,
4. İtkilerini kontrol etmekte yaşanan zorluklarda. (1)


EPİDEMİYOLOJİ

Ülkemizde kişilik bozukluklarının yaygınlığı ile ilgili araştırmalar yapılmamıştır. ABD ve diğer bazı ülkelerde yapılan araştırmalarda, kişilik bozukluklarının yaygınlığı %10- 30 arasında bildirilmektedir. Sınırda (Borderline) Kişilik Örgütlenmesi’ne ise genel nüfus içinde rastlanma oranı %20-30’dur. Psikiyatrik başvurusu olanlarda ise %40 oranında rastlanır. (2)

AYIRICI TANI

Psikoz-Nevroz Ayrımından Nevroz-Sınırda-Psikoz Ayrımına
20-30 yıl öncesine kadar psikiyatrik bozukluklar psikotik ve nevrotik olarak ayrılmaktaydı. Psikoz, gerçeği değerlendirme yetisinin ve iç görünün olmaması ile nevrotik sorunlardan ayrılmaktaydı. Daha sonraki yıllarda psikozlarla nevrozlar arasındaki sınırda yer alan bir grup insan daha olduğu fark edildi. Psikoza yakın ama psikoz olmayan, fakat nevrotik gruptan da farklı olan bu grup, “sınırda” (borderline) olarak adlandırıldı. Bu grup, gerçeği değerlendirme yetisinin dolayısıyla, varsanı ve hezeyanların olmaması ile psikozlardan, kimlik bütünlüğünün olmaması ve ilkel savunma mekanizmalarının kullanılması ile nevrozlardan ayrılmaktadır. (3,4)
Kernberg, Nevrotik, Sınırda ve Psikotik Kişilik Örgütlenmeleri arasında, şu üç nitelik açısından fark olduğunu belirtmiştir;
a) Kimlik bütünlüğü
b) Savunma mekanizmaları
c) Gerçeği değerlendirme yetisi (3,4). (Tablo I).
Tablo I:

Kernberg’e göre Nevrotik, Sınırda ve Psikotik Örgütlenme Ayırımı

Grup Kimlik Bütünlüğü Savunma Mekanizmaları Gerçeği Değerlendirme
Nevrotik Tam Üst düzey Tam
Sınırda Kimlik Dağınıklığı İlkel Korunmuş
Psikotik Yok Alt düzey Bozuk


Kimlik Bütünlüğü
Kimlik bütünlüğü; kendilik ve nesne tasarımlarının bütünlüklü, kararlı ve tutarlı olması anlamına gelir. Kendilik tasarımı, kişinin kendisi hakkında; nesne tasarımları da, başta önemli ilişkileri olmak üzere, başkaları hakkındaki kanaatlerinin bileşkesidir. Bir bölümü bilinçli, bir bölümü bilinç dışıdır. Nevrotiklerde kişinin kendi hakkındaki kanaati bütünlüklü ve karalıdır. Nasıl bir insan olduğuna, nelerden hoşlandığına ya da hoşlanmadığına, neleri önemsediğine dair duygu ve düşünceleri pek değişmez. Oysa Sınırda Kişilik Örgütlenmesi gösteren kimselerde bütünlüklü ve kararlı bir kendilik tasarımı yoktur. Bazen kendisine çok güvenir ve değerli bulurken, bazen hiç güvenmez ve çok değersiz, işe yaramaz biri olduğunu düşünür ve hisseder. Nelerden hoşlandığına, neleri önemsediğine ilişkin duygu ve düşünceleri de çok çabuk değişir. Kişinin kendini algılayışı ve davranışları dengesiz ve tutarsızdır. Nasıl bir insan olduğuna ilişkin sorulara ya anlamlı yanıtlar veremezler ya da farklı zamanlarda farklı kendilik parçalarının etkinleşmesine bağlı olarak birbiriyle tutarsız tanımlamalar yaparlar. Bazen aynı görüşme içinde, bazen de daha aralıklı olarak hem kendilerini tanımlayışları, hem de tutum ve davranışları arasında belirgin tutarsızlıklar gözlemlenir. (3,4)
Kendilik tasarımlarının olduğu kadar, nesne tasarımları da bütünleşmemiştir. Hayatındaki önemli kişilere ilişkin algılayışları ve değerlendirmeleri de anlamlı bir bütünlük oluşturmayacak denli yüzeysel ve dağınıktır. Annesi, babası ve kardeşlerinin nasıl kimseler olduğuna ilişkin sorulara yanıt verirken ya da onlardan bahsederken, ya görüşmecinin zihninde bir kişiyi canlandırmaya el vermeyecek ölçüde bilgiden yoksun veya dağınık bilgiler aktarırlar ya da tutarlı bir kişilik çizseler bile, bir süre sonra bununla hiç uyuşmayan ve tam tersi özelliklerinden söz ederler.
Kimlik bütünlüğünün olmaması, aynı zamanda kronik boşluk duygusu ve can sıkıntısı, yalnızlığa ve terk edilmeye tahammülsüzlüğün varlığı ile de gözlemlenebilir. Kendilik tutarlılıkları ve değerleri başkalarının varlığına bağlı olduğu için, yalnızlığa tahammül edemezler ve zorlayıcı bir tarzda sosyal olma ihtiyacı hissederler. Bu durum nesne sürekliliğinin olmamasına bağlıdır. Dolayısıyla ancak tutarlı değerleri olan yapılaşmış bir grup içinde, bu grubun bir parçası olarak tutarlı bir kişilik sergileyebilirler. Eksik kendilik duygularını, içinde bulundukları sabit gruba göre düzenleyebilirler, bu eksikliklerini grupta giderebilirler. (3,4)
Duygusal, düşünsel ve davranışsal bakımdan tutarlı bir kişilik sergileyemez; şiddetli duygusal dalgalanmalar, uç noktalara varan yargılar, dramatik davranışlar sergilerler. Dolayısıyla da tutarlı ve belli kararlılıkları olan bir ilişki sürdüremezler, ilişkilerinde sıcak ve empatik olamazlar.
Savunma Mekanizmaları
Nevrotik düzeydeki vakalar; bastırma (represyon) ve bastırmaya yardımcı olan karşıt tepki oluşturma (reaksiyon formasyon), yalıtma (izolasyon), yap boz (un doing), entellektüelleştirme, akılsallaştırma (rasyonalizasyon), döndürme (konversiyon) gibi savunma mekanizmalarını kullanırlarken; sınır vakalar, temel savunma mekanizması olarak bölmeyi (splitting) ve ona yardımcı mekanizmalar olarak da ilkel idealleştirmeyi (primitif idealizasyon), yansıtmanın ilkel türlerini, tüm güçlülük ve değersizleştirmeyi (omnipotans- devalüasyon) kullanırlar.
Sınırda vakalarda savunma mekanizmaları, aynı anda ortaya çıktığı takdirde anksiyete yaratacak olan, çelişik ego durumlarını ayrı tutmaya yarar. Çatışmanın bileşenleri, birbirinden çok iyi ayrışmamış ortak id-ego matriksi içinde, yani aynı sistem içindedir. Ego ve id çok iyi ayrışmamıştır, dürtüler egoya nüfuz etmiştir. Dolayısıyla da çatışan durumlar, dürtü ile yüklü ego durumlarıdır. Bunları bölme ile birbirinden ayrı tutmak suretiyle, çatışma giderilmeye çalışılır. Bunun bedeli olarak da, ego zayıflığı ve kimlik dağınıklığı ortaya çıkar. Bölmenin kullanımı bütünlüklü kendilik ve nesne temsillerinin gelişimini engellemekte, bu da kimlik dağınıklığına neden olmaktadır. (3,4)
Bölme, yukarıda söz edildiği gibi kendilik ve nesne tasarımlarının tutarsızlığı ya da bütünleşmemiş olması yanı sıra; davranışların, değerlerin, çeşitli konulardaki tutumların ve kısa dönemli yaşam biçimlerinin farklılığında da kendini gösterebilir. Dönemsel olarak çok farklı yaşam tarzları gösterebilirler; bir dönem impulsif bir tarzda rastgele cinsel ilişkiler kuran biri, daha sonra cinsellikten tamamen uzak, dindar bir yaşam sürebilir, sonra da bambaşka bir yaşam tarzına geçebilir. (3,4)
Kendileri, ötekiler ve ilişkileriyle ilgili değerlendirmelerinin çarpıtılmış, karikatürize edilmiş, kutuplaştırılmış, gerçeklikten saptırılmış uç noktalara salınımıyla birlikte giden, şiddetli duygu ve heyecan dalgalanmaları, aynı zamanda kimlik dağınıklığının da bir parçasıdır. (3,4)

Gerçeği Değerlendirme
Kişinin kendi ile kendi olmayanı, ruh içi ile dışsal kökenli uyaranları ayırt edebilmesi ve kendi duygularını, davranışlarını ve düşüncelerini gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmesidir. Klinik olarak gerçeği değerlendirme; hezeyan ve varsanılara kapılmama, garip, gerçek dışı düşünce ve duyguların bulunmaması, başkalarının gerçeklikle ilgili düşüncelerine uygun şekilde yaklaşabilme gibi özelliklerle karşımıza çıkar.
Sınırda vakalarda gerçeği değerlendirme kapasitesi korunmuştur ancak zaman zaman geçici psikotik çözülmeler, paranoid epizodlar, kendine yabancılaşma ve gerçeğe yabancılaşma deneyimleri gibi tablolar görülebilir ve genellikle bunlar psikoterapotik manevralar, hastaneye yatırılma veya düşük doz antipsikotik tedavisiyle düzeltilebilir.

KİŞİLİK BOZUKLUĞU TÜRLERİ

DSM, kişilik bozukluklarını üç ana grupta sınıflandırmıştır.
Bunlardan A ve B kümeleri daha çok Sınırda Kişilik Örgütlenmesi gösterirken, C kümesi daha çok Nevrotik Örgütlenme gösteren bireyleri içerir.
Tablo II:
DSM’ye göre A, B ve C Kümeleri

A Kümesi: B Kümesi C Kümesi
Paranoid KB Antisosyal KB Kaçıngan (Çekingen) KB
Şizoid KB, Sınırda ( Borderline) KB Bağımlı KB
Şizotipal KB. Histrionik KB Obsesif Kompülsif KB
Narsisistik KB


A KÜMESİ KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Paranoid Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, başkalarının davranışlarını kötü niyetli olarak yorumlayıp, sürekli bir güvensizlik ve kuşkuculuk içinde olmalarıdır. Prevalansının; genel toplumda %0,5-2,5 arasında, yataklı psikiyatri kurumlarında % 10-30 arasında ve ayaktan psikiyatrik tedavi kurumlarında % 2-10 arasında olduğu bildirilmiştir. (1)
1. Yeterli bir temele dayanmaksızın, başkalarının kendilerini sömürdüğünden, aldattığından ya da kendilerine zarar verdiğinden kuşkulanırlar.
Yeni tanıştıkları kimselere güvenmez, uzun süre onları gözlemlerler, bir aldatılmayla karşı karşıya gelmemek için son derece ihtiyatlı davranırlar. İnsanlarla ilişkilerine hiç güvenmeyerek ve kuşku ile başlarlar, zamanla belli bir oranda güven duysalar bile kimseye tam olarak güvenmez, küçük bir olaydan birine olan güvenlerini kaybederler. Dolayısıyla da hiçbir zaman gerçek bir dost edinemezler. Eşlerinin ya da çocuklarının davranışlarından bile, onların kendisini aldattıkları ya da yalan söylediklerine dair sonuçlar çıkarabilirler.
2. Dostlarının ya da iş arkadaşlarının kendisine olan bağlılığı ve güvenirliliği üzerine yersiz kuşkuları vardır.
Uzun zamandır tanıyor ve arkadaşlık ediyor olsalar bile, kimseye tam olarak güvenemezler. Arkadaşlarının arkasından konuşup konuşmadıkları, kendisine karşı iyi davransalar bile, içlerinde kendilerine karşı kötü bir niyetlerinin olup olmadığını sorgularlar. Mesela bir doğum gününe çağrıldıklarında hatta ısrar edildiğinde bile, belki de sadece usulen çağırmışlardır ve gerçekten istemiyorlardır gibi değerlendirebilirler.
3. Söylediklerinin kendisine karşı kötü niyetle kullanılacağından yersiz yere korktuklarından ötürü başkalarına sır vermek istemezler.
Özel yaşamlarına ait bilgileri yakın arkadaşlarından bile gizlerler. Uzun süredir arkadaşlık ettikleri birine, mesela, bir kardeşlerinin psikiyatra gittiğini veya babasının alkol kullandığını ya da anne babasının ayrılmış olduğu gibi ileride aleyhine kullanılabileceğini varsaydığı şeyleri söylemezler. Kendi hakkında vereceği bilgilerin ileride aleyhlerine kullanılacağından kuşkulanırlar. Bu kişiler psikiyatra geldiklerinde de, haklarında tutulan kartların ve dosyaların ne kadar güvenle saklandığı, bunlara başkalarının ulaşıp ulaşamayacağı ya da ileride bu bilgilerin karşısına çıkarılıp çıkarılmayacağı konusunda rahat edemezler. Dolayısıyla, terapistlerine bile güvenmez, bazen küçük olaylardan güvenlerini yitirip, tedaviyi yarım bırakabilirler.
4. Sıradan sözlerden ya da olaylardan aşağılandıkları ya da gözdağı verildiği biçiminde anlamlar çıkarırlar.
Hezeyan düzeyinde olmamakla birlikte, kendileriyle hiçbir ilgisi olmayan olaylardan, kendileriyle alay edildiği ya da tehdit edildiklerine dair anlamlar çıkarırlar. Referans fikri olarak adlandırılan bu belirti, başkalarını sıklıkla yanlış anlamalarına, olaylardan gerçek olmayan sonuçlar çıkarmalarına neden olur.
5. Sürekli kin beslerler, onur kırıcı davranışları, haksızlıkları ya da görmezlikten gelinmeyi bağışlamazlar.
Özellikle çoğu, çeşitli referans fikirlerine bağlı olsa da, insanların kendilerine karşı gösterdikleri ya da kendilerinin öyle sandığı onur kırıcı davranışları unutmazlar. Bir sabah, fark etmediği için selam vermeyen birini akıllarının bir köşesine yazar ve bunlara tepki göstermeden kin beslerler ama bazen de ani tepkiler gösterebilirler.
6. Başkalarınca anlaşılır olmayan bir biçimde, karakterine ya da itibarına saldırıldığı yargısına varır ve öfkeyle ya da karşı saldırı ile birden tepki verirler.
Tanımadığı kişilere “ne bakıyorsun?” diye bağıran kimseler çoğunlukla bir referans fikrinin etkisiyle kendisiyle alay edildiğini sanan birileridir.
7. Haksız yere eş veya sevgililerinin sadakatinden kuşkulanırlar.
Sürekli onların kendisini aldattığından, başkalarıyla ilgilendiklerinden şüphelenirler. Geç açılan ya da kapalı bir telefonu hemen aldatılıyor olabileceklerinin kanıtı olarak yorumlar, eşleri ya da sevgilileri biraz geç kalsa, başka biriyle zaman geçiriyor olabileceklerine yorumlarlar.

Şizoid Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, sosyal ilişkilere, yakınlık kurmaya isteksiz olma ve duygulanım kısıtlılığıdır. Asosyaldirler. Görülme sıklığı ile ilgili araştırmalar yeterli bir kanaat oluşturmaktan uzaktır. Çünkü, saha araştırmalarına katılmak istemeyecekleri gibi klinik başvuruları da çok azdır.
1. Ailenin bir parçası olmadığı gibi, ne yakın ilişkilere girmek ister, ne de yakın ilişkilere girmekten zevk alırlar.
Aile içinde kendilerini diğerlerinden uzak hisseder ve aile içi sosyalleşmeye katılmazlar. Evdeki zamanlarını genellikle tek başlarına, odalarında geçirmeyi yeğlerler. İnsanlarla tanışmak ve yakınlaşmak konusunda isteksizdirler. Eve gelip gidenle ilgilenmez, misafirlerin yanına çıkmak istemezler. Ailenin topluca yaptığı etkinliklerden, ziyaretlerden uzak dururlar.
2. Hemen her zaman tek bir etkinlikte bulunmayı tercih ederler.
İlgi duydukları alanlar genellikle insan ilişkisi gerektirmeyen ve çoğunlukla felsefe, matematik, bilgisayar programlama gibi, soyut konulardır. Şizoidlerin birçoğu bilgisayar programcılığı, felsefe, matematik gibi, daha çok kendi başına yapılan alanlarda çalışırlar. Ancak, ilgi duydukları şeylere karşı da büyük bir tutkuları olmaz, adeta insanlardan uzaklaşmak için rakamların veya düşüncelerin dünyasını tercih ederler.
3. Başka biriyle cinsel deneyim yaşamaya kaşı ilgisi varsa bile çok azdır.
Cinsel arzu duymalarında bir sorun olmamasına karşın, insanlarla tanışmak ve yakınlaşmak konusundaki isteksizlikleri, bir cinsel eş bulma uğraşılarını da, onlar için zahmetli bir şeye dönüştürür. Biriyle tanışma, bir süre flört etme, yemeğe çıkma, sinemaya gitme gibi şeyler, kendilerine zahmetli geldiğinden böyle zahmetlere katlanmaktansa, cinsel ilişki kurmaktan da vazgeçerler. Ayrıca başka bir insanın ve bir ilişkinin sorumluluğunu almak istemezler. Ancak böylesi zahmetli uğraşılar ve duygusal yakınlık gerektirmeksizin bir cinsel ilişki fırsatı olursa ve karşı taraf sorumluluk talebinde bulunmuyorsa, çok fazla seçici olmaksızın cinsel ilişki kurabilirler.
4. Alsa bile çok az etkinlikten zevk alırlar.
Başkalarının ısrarıyla bazı etkinliklere katılsalar bile çok keyif almazlar. Bir yılbaşı akşamında ya da doğum günü partisinde herkes eğlenirken Şizoidler keyif almazlar. Anlatılan fıkralara, yapılan esprilere ya da oynan bir oyuna içtenlikle katılmazlar.
5. Birinci derece akrabaları dışında yakın arkadaşları ve sırdaşları yoktur.
Aile üyeleri ile çok yakın olmadıkları gibi, yakın arkadaşları ve dostları olmaz. Sosyal aktivitelere katılmaz, okul ya da iş yerinde arkadaş edinmezler.
6. Başkalarının övgü ve eleştirilerine karşı ilgisizdirler.
Haklarında söylenen iyi ya da kötü şeylere karşı ilgisizdirler. Övgüleri de, eleştirileri de benzer bir kayıtsızlıkla karşılarlar.
7. Duygusal soğukluk, kopukluk ya da tek düze bir duygulanım gösterirler.
Çok güldükleri, neşelendikleri ya da çok üzgün veya kızgın oldukları görülmez. Şiddetli duygusal tepkiler göstermezler. Birçok olaya karşı ilgisiz gibidirler. Konuşurken ya da insanlarla bir aradayken de, güçlü bir duygusal tepki göstermezler. Her zaman tek düze ve yüzeysel bir duygulanımları vardır.

Şizotipal Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, yakın ilişkilerde birdenbire rahatsızlık duyma ve yakın ilişkilere girebilme becerisinde azalma ile belirli, toplumsal ve kişiler arası yetersizliklerin yanı sıra, bilişsel ya da algısal çarpıklıkların ve alışılagelenin dışında davranışlardır. Genel popülasyonda görülme sıklığı %3’tür.
1. Referans fikirleri vardır.
Kendisiyle hiç ilgisi olmayan olaylardan kendisiyle ilgili anlamlar çıkarır. Çeşitli iddialarını, bu tür yorumlarla desteklerler. Diyelim, cinlerin kendisiyle temas halinde olduğu iddiasında iseler, tanımadığı bir insan kendisine baktığında, bunu cinlerin yaptırmış olabileceğini düşünürler. Rakamlardan, harflerden anlamlar çıkarır, bunları kendileri ile ya da inandıkları şeylerle ilgili delillermiş gibi yorumlarlar.
2. Davranışları etkileyen ve kültürel değerlerle uyumlu olmayan, acayip inanışları ya da büyüsel düşünceleri vardır.
Telepati, altıncı his, büyü, nazar gibi birçok batıl inanca sahiptirler. Bazısı, çeşitli olayları uzaylıların, dünya ile iletişim halinde olduğu biçiminde yorumlar. Fallara, burçlara inanır, yaşamlarını bunlara göre yönlendirirler. Şizotipallerin zeki ve becerikli olanları genellikle, medyumluk, tarotçuluk, falcılık ya da UFO dernekleri gibi işlerle uğraşırken; entelektüel kapasitesi sınırlı olanları ise genellikle bunların peşinde dolaşır. Fal baktırmadan karar alamayan ya da yaşamında bir değişiklik yapmayıp falcılardan, büyücülerden medet uman insanların çoğu Şizotipal Kişilik Bozukluğu vakalarıdır. Dünyayı ve olayları hep gerçek dışı varlıkların etkileriyle açıklar ve bunlara ilişkin önlemler alırlar.
3. Olağan dışı algısal yaşantıları, bunlar arasında da bedensel illüzyonları vardır.
Halüsinasyona yakın, algı bozuklukları gösterirler. Bir varlığın kendisini izlediği, ölmüş annesinin ruhunu hissettiği, yüzünün değişmekte olduğu gibi, algı bozuklukları gösterirler. Olayları yanlış yorumlamaları yanında, bu algı bozuklukları da inandıkları şeylerin gerçek olduğuna dair inançlarını kuvvetlendirir. Psikotik bir hezeyan boyutunda olmasa bile, bu inanışların aksine ikna edilmeleri oldukça zordur. Çünkü hemen her şeyi, bu gerçek dışı düşüncelerinin kanıtları olarak yorumlarlar.
4. Acayip düşünüş biçimi ve konuşma gösterirler (çevresel, mecazi, aşırı ayrıntılı, basmakalıp).
Çevresel konuşma, sorulara yanıt vermeyip çok uzaktan bağlantılı başka bir şey konuşmaktır. Mecazi konuşma, sorulan sorulara doğrudan yanıt vermeyip, bir hikmet, gizli bir anlam içeriyormuş izlenimi uyandıran, dolaylı konuşmalara denir. Aşırı ayrıntılı konuşma, konunun esasını anlatmayıp, konuşma boyunca bir sürü ayrıntı içinde dağılan bir konuşma biçimidir. Basmakalıp konuşmada ise, hasta sorulara kişisel fikrini söylemek yerine genel geçer basmakalıp fikirlerle yanıt verir.
Bu tür konuşma, gerçeklerle yüzleşmeme ve inkarı pekiştirmeye hizmet eder. Bir süre sonra, karşısındaki bu konuşma biçiminden yorulur ve dinlememeye başlar. Böylelikle, aslında açıkça ifade etmediği düşüncelerinin, kabul gördüğünü düşünmeye başlarlar.
5. Kuşkuculuk ya da paranoid düşünce.
Şizotipaller, Paranoid Kişilik Bozukluğu vakalarının kimi özelliklerini de gösterirler. En az bir Paranoid Kişilik Bozukluğu özelliği göstermelerine sık rastlanır.
6. Uygunsuz ya da kısıtlı duygulanım.
Duygulanımlarında kısıtlılık ve yüzeysellik dikkati çeker. Zaman zaman da gülünmeyecek bir şeye gülme, gülünecek bir şeye ağlama, durduk yerde öfkelenme gibi, durumla uygun olmayan duygulanım gösterirler. İsmini sorduğunuzda gülme krizine yakalanabilir ya da masum bir soruya aniden hiddetle yanıt verebilirler.
7. Acayip, alışılmışın dışında ya da çok kendine özel davranış ya da görünüm.
Kılık kıyafetleri, saçları, dış görünüşleri alışılmışın dışında özellikler gösterir. İnsanlar kendilerini nasıl algılıyorlarsa ya da nasıl algılanmak istiyorlarsa, ona göre bir dış görünüm benimserler. Bir insanın dış görünüşüne baktığımızda, nasıl bir sosyo-kültürel gruba ait olduğunu, kendisini nasıl algıladığını az çok kestirebiliriz. Dindar biri, iş adamı, metalci, modern genç bir kız, kenar mahallelerden biri gibi tahminler yapabiliriz. Şizotipaller bu bakımdan bir şeye benzemezlikleri ile dikkat çekerler. Diyelim, bir yandan dindar biri gibi konuşur, sürekli dinden, Kur’an’dan bahseder, ama öte yandan, jöleli uzun saçları, kolyeleri vardır. Bazen de gizemli, mistik bir hava veren, alışılmadık özel kıyafetler diktirirler. Yaz günü palto, kış günü gömlekle dolaşabilirler. Bazen de, üste klasik bir kıyafet, alta şalvar ya da eşofmanımsı bir şey gibi tuhaf eşlemeler yaparlar.
8. Birinci derecede akrabalar dışında yakın arkadaşlarının ya da sırdaşlarının olmaması.
Bu Şizoidlerde de görülen bir özelliktir. Ancak Şizoidler başkalarıyla bir aradayken yoğun bir sıkıntı ve huzursuzluk hissetmezler, daha çok aldırmazlık duyguları ön plandadır. Oysa Şizotipaller yakınlıktan bir süre sonra huzursuz olurlar.
9. Yakından tanımakla azalmayan, aşırı toplumsal anksiyete; kendisi hakkında olumsuz yargılardan çok, paranoid korkular bu bozukluğa eşlik etme eğilimi taşır.
Sosyal ortamlarda, başkalarından tehdit ya da tehlike geleceğine ilişkin korkuları dolayısıyla, rahatsız ve tedirgin olurlar. Sürekli birilerinden sözel ya da fiziksel saldırı geleceği ihtimaline karşı tetikte dururlar, rahat ve doğal olamazlar. Bunlardan dolayı, kalabalık, sosyal faaliyetlerden mümkün olduğunca kaçınırlar.


B KÜMESİ KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Antisosyal Kişilik Bozukluğu
15 yaşından beri devam eden bir biçimde, başkalarının haklarını saymama ve başkalarının haklarına tecavüz etme davranışları gösterirler. Genel popülasyonda erkeklerde %3, kadınlarda %1 oranında görülür.
1. Tutuklanması için zemin hazırlayan eylemlerde tekrar tekrar bulunmakla belirli, yasalara uygun toplumsal davranış biçimine ayak uydurmama.
Yasalara ve toplumsal davranış biçimlerine ayak uyduramaz ve saygı göstermezler. Sıklıkla suç işler ve tutuklanırlar. Hırsızlık, yan kesicilik, tetikçilik, çek-senet tahsilatı, haraç alma, gasp, uyuşturucu ticareti, çıkar amaçlı çete kurma gibi suçları tekrar tekrar işleyen kişilerin önemli bir bölümü, Antisosyallerdir. Ancak daha zeki ve yetenekli kimi Antisosyaller böyle adi suçlar yerine, daha nitelikli suçlar işleyebilir, hatta kimi zaman ceza almamayı da başarabilirler. Politikacılar, kamu görevlileri, banka hortumlayanlar arasında da Antisosyaller olabilmektedir.
2. Sürekli yalan söyleme, takma isimler kullanma ya da kişisel çıkarı, zevki için başkalarını atlatma ile belirli dürüst olmayan tutum.
İnsanları kandırmaktan ve işletmekten zevk alırlar. Eğlenmek için yalan söylerler, uyduruk hikayeler, anılar anlatırlar. Takma isimler kullanır ya da kendilerini başka biri gibi tanıtırlar. Yalan söylemek konusunda mahirdirler, çok kolay ve hiç utanmaksızın rahatlıkla yalan söyleyebilirler. Yalanları ortaya çıktığında da sıkılmaz ya da mahcubiyet duymazlar. Başka yalanlarla, yalanlarını gizlemeye çalışır ya da yalanlarını gerekçelendirmeye çalışırlar.
3. Dürtüsellik ya da gelecek için tasarılar yapmama.
Canlarının istediğini, istedikleri zaman yapmak isterler. Güçlü ve nüfuzlu olmak ya da intikam dışında, uzun vadeli amaçları olmaz. İdealleri yoktur. Anlık hevesler peşinde koşmaktan, kendileri için zararlı olsa da, içlerinden geleni yapmaktan geri duramazlar.
4. Yineleyen kavga, dövüşler ya da saldırılarla belirli olmak üzere, sinirlilik ve saldırganlık.
Çok kolay sinirlenir ve çabuk kavga başlatırlar. Özellikle, küçük görülme ya da istediklerini elde edememe, kontrolden çıkmalarına neden olabilir. Trafikte ya da sokakta küçük bir olaydan, tanımadığı birlerini yaralayan ya da öldürenlerin çoğu Antisosyallerdir.
5. Kendisinin ya da başkalarının güvenliği konusunda umursamazlık gösterirler.
Tehlikeli araba kullanmaktan ya da tehlikeli sonuçlar doğurabilecek başka faaliyetlerde bulunmaktan çekinmezler.
6.Bir işi sürekli götürememe ya da mali yükümlülüklerini tekrar tekrar yerine getirmeme ile belirli olmak üzere, sürekli bir sorumsuzluk.
Borç alır ödemezler, taksitle alışveriş yapar, taksitleri ödemezler; kiralarını, elektrik paralarını, faturalarını ödemezler. Sosyal rollerini yerine getirmezler. Çocukları ve eşleriyle ilgilenmez, onların bakımını ihmal ederler. Çocuğu hasta olduğu halde doktora götürmeyip, elindeki parayı içkiye, kumara harcayabilirler. Hemen her konuda, öncelikle kendilerini düşünür, yakınları da olsa, başkalarının sorunlarına karşı duyarlılık gösteremezler. İnsanlardan yardım ve ilgi bekler, ama kimseye yardım etmezler.
7. Başkasına zarar vermiş, kötü davranmış ya da başkasından bir şey çalmış olmasına karşı ilgisiz olma ya da yaptıklarına kendince mantıklı açıklamalar getirme ile belirli olmak üzere, vicdan azabı çekmeme.
Yaptıkları hiçbir kötülük için vicdan azabı çekmez, her durumda kendilerini haklı görmeyi başarırlar. Araba çalarken yakalanan biri, öfkeyle kapıyı kilitlemediği için, asıl suçlunun, arabanın sahibi olduğunu söylemekteydi.

Sınırda Kişilik Bozukluğu
Temel özellikleri, insanlar arası ilişkilerde, kimlik duygusunda ve duygulanımda tutarsızlıklar ile itkilerini kontrol etmekte zorluk çekmeleridir. Toplumda görülme sıklığı %2-3 iken psikiyatri kliniklerindeki kişilik bozukluğu vakalarının %30-60’ını oluştururlar. Kadınlarda, erkeklerden 3 kat daha fazla görülür.
1. Gerçek ya da hayali bir terk edilmekten kaçınmak için çılgınca çabalar gösterme.
Terk edilme korkusu içinde yaşarlar. Sevgili veya eşlerinin ya da yakın arkadaşlarının kendilerini terk edeceğinden korkarlar ve terk edilmemek için, intihar tehditleri ya da girişimleri de dahil olmak üzere, çılgınca çabalar gösterirler. Suçluluk uyandırmak, duygu sömürüsü yapmak ya da borçlu bırakmak gibi yollarla insanları kontrol altında tutmaya çalışırlar.
2. Gözünde aşırı büyütme ve yerin dibine sokma uçları arasında gidip gelen, gergin ve tutarsız kişiler arası ilişkilerinin olması.
Kendilerine iyi ve yakın davranan insanları çok çabuk yüceltir, çok çabuk yakınlaşırlar, ancak bir hayal kırıklığını takiben de çok uzaklaşır ve öfke duyarlar. Bazen bir ayrılma ya da öfke dönemini, yeniden aynı kişiyi yüceltme alabilirse de, genellikle çabuk uzaklaşma eğilimleri yüzünden sık arkadaş ve sevgili değiştirirler.
3. Kimlik karmaşası: Belirgin olarak ve sürekli bir biçimde tutarsız benlik algısı ya da kendilik duyumu
Nasıl biri oldukları, nelerden hoşlandıkları, neleri önemsedikleri, gelecekle ilgili tasarıları, nasıl kişilerle arkadaş olmak istedikleri, nasıl yaşamak istedikleri konularındaki duygu ve düşünceleri sık ve kolaylıkla değişir. Çok kısa zamanlarda bir biriyle zıt arzu, istek, inanç ve düşüncelere sahip olabilirler.
4. Kendine zarar verme olasılığı yüksek, en az iki alanda, dürtüsellik (örn. Para harcama, cinsellik, madde kötüye kullanımı, pervasızca araba kullanmak, tıkınırcasına yemek yemek)
Hızlı araba kullanma, rastgele ve ödeme zorluğu çekecekleri halde alışveriş yapma, rastgele, riskli olabilecek cinsel ilişkiler kurma, yemek yeme ya da içki içmeyi denetleyememe, kumar oynama, alkol veya madde kullanma gibi, çeşitli alanlarda denetimsiz, dürtüsel davranışlar gösterirler.
5. Yineleyen, intiharla ilgili davranışlar, girişimler, göz korkutmalar ya da kendine kıyım davranışı.
Jiletle kollarını, göğsünü kesmek, üzerinde sigara söndürmek gibi çeşitli yollarla kendilerine fiziksel zararlar verirler. Bu davranışlar çoğunlukla yoğun can sıkıntısı, şiddetlenen ve baş edilemeyen boşluk duygusuna karşı yapılır. Öte yandan, başkalarının istediği gibi davranmasını sağlamak, ya da kendisini üzmüş oldukları için cezalandırmak amacıyla da kendine zarar verme, intihar etmekle tehdit etme ya da intihar girişiminde bulunma, sık görülür.
6. Duygudurumda belirgin bir tepkiselliğin olmasına bağlı, duygulanımda kararsızlık (affektif instabilite).
Küçük olaylara bağlı olarak duygulanımları dramatik değişimler gösterir. Aniden büyük bir çöküntüye, yoğun bir sıkıntıya girebilir ya da öfkeye kapılabilirler. Çoğunlukla duygularını iyi tanımlayamaz ve kendilerini neyin böyle hissettirdiğinin farkında olmazlar. Sıklıkla öfke ve sıkıntıyı bir arada yaşarlar ve böylesi durumlarda kendilerine veya başkalarına zarar verici davranışlar gösterirler.
7. Kendini sürekli olarak boşlukta hissetme.
Kimlik bütünlüğünün, uzun süreli amaçların olmamasına bağlı bu durum, özellikle kendilerini iyi hissettirebilecek kişi ve ortamların yokluğunda belirgin hale gelir.
8. Uygunsuz, yoğun öfke ya da öfkesini kontrol altında tutamama.
Başka dürtülerini olduğu gibi, öfkelerini de kontrol etmekte güçlük çekerler. Öfke ile kaplanmış ego yıkıcı, zarar verici davranışları kontrol edip, engelleyemez.
9. Stresle ilişkili, gelip geçici paranoid düşünce ya da ağır disosiyatif belirtiler.
Özellikle terk edilme, nesne kaybı ya da dışlandıklarını hissettikleri durumlarda stresle ortaya çıkan, genellikle kendisine kötülük yapılacağı ya da düşmanlık yapıldığına ilişkin sanrılar ile disosiyatif belirtiler söz konusu olabilir. Bu belirtiler, nedenin anlaşılmasının sağlanması ya da kısa süreli, düşük doz ilaç uygulamasıyla düzelir.

Histrionik Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, bu kişilerin hemen her alanda aşırı duygusallık ve ilgilenilme arayışı içinde olmalarıdır. Genel popülasyonda görülme sıklığı %2-3, psikiyatri kliniklerinde ise: %10-15’tir.
1. İlgi odağı olmadığı durumlarda rahatsız olurlar.
Sürekli ilgiyi üzerlerine çekmek isterler. İlgisizliğe tahammül edemediklerinden, ilgiyi üzerlerine çekmek için her yolu kullanırlar. Tanıdıklarının olduğu ortamlarda, sürekli konuşarak, bir şeyler anlatarak bunu yapmaya çalışırlar, ama mesela, otobüs, vapur gibi yerlerde bu imkanı bulamadıkları zaman, bir şekilde gürültü çıkararak ya da yanlarındaki kişiyle yüksek sesle konuşarak, kahkahalar atarak herkesin kendisine bakmasını sağlamaya çalışırlar. İlgisiz kalamadıklarından, tanımadıkları insanlarla tanışıp, onun kendisiyle ilgilenmesinin bir yolunu bulmaya çalışırlar.
2. Başkalarıyla olan etkileşimleri çoğu zaman uygunsuz biçimde cinsel yönden ayartıcı ya da baştan çıkarıcı davranışlarla belirlidir.
Sürekli birileriyle flört ederler. İlgi çekmek ve başkalarının kendisiyle ilgilenmesini sağlamanın en kolay yollarından biri olduğu için, seçicilik ya da beğenip beğenmediklerine aldırmaksızın, hemen herkesle flört ederler. Histrionik Kişilik Bozukluğu vakalarının tedavi başvuruları genellikle evlilik ya da ilişkilerindeki bu özelliklerinden kaynaklanan sorunlar dolayısıyla olur. Mesela, evli ya da ciddi bir ilişkisi olmasına karşın, eşi ya da sevgilisi yanında olmadığı zaman birinin kendisiyle ilgilenmesini sağlamak için, kısa süreli ve rastgele ilişki kurarlar. Hatta rastgele cinsel ilişkiye geçerler. Bu herkesle flört etme ve cinsel yakınlık kurma davranışlarının, cinsel arzuları ile bir ilgisi yoktur. Çoğunda, uyarılma ve orgazm sorunları başta olmak üzere, cinsel işlev bozukluğu görülür. Cinsel yakınlık, onlar için sadece, ilgi ve şefkat görme gereksinimleri için ödedikleri bir bedeldir.
3. Hızlı değişen ve yüzeysel kalan duygular sergilerler.
Duyguları çok kolay değişir. Gülerken ağlayabilir ya da ağlarken gülmeye başlayabilirler.
4. İlgiyi üzerine çekmek için sürekli olarak fiziksel görünümünü kullanır.
Renkli, dikkati çeken, dekoltesi ya da yırtmacı çok açık kıyafetler giyerler. Her zaman bakımlı olmaya özen gösterir, saçları hep yapılmış dolaşırlar, büyük parlak aksesuarlar takar, renkli dikkat çeken makyajlar yaparlar. Günün önemli bir bölümünü fiziksel görünümleri ve bakımları ile ilgili olarak geçirirler.
5. Aşırı bir düzeyde, başkalarını etkilemeye yönelik ve ayrıntıdan yoksun bir konuşma biçimleri vardır.
Başkalarına bir şey sorduklarında bile kendileriyle ilgili bir şey anlatmaya giriş yapıyorlardır. Konuşmalarındaki yüzeysellik ve içerik fakirliği, dikkati çeker. Anlattıkları şeyler bilgi içermekten çok, ilgi çekmeye yöneliktir. Şuh, buğulu bir sesle yüzeysel şeylerden ve ehemmiyetsiz olaylardan nasıl etkilendiklerini anlatırlar. Derinliğine bir bakışları olmadığı için, şeyler ya da olaylarla ilgili olarak ya “çok kötü” ya da “mükemmel ve şahane” biçiminde yorumlar yaparlar.
6. Gösteriş yapar, yapmacık davranır ve duygularını aşırı bir abartma ile gösterirler.
Küçük olaylara bile aşırı abartılı duygusal tepkiler verirler. Beş dakika önce görüştüğü birine yeniden rastladığında, kırk yıldır görmüyormuş gibi davranabilir ya da küçük bir sorununu anlatan birine, kanser olduğunu haber vermiş gibi tepki gösterebilirler. Ancak bu aşırı tepkileri, daha önce anlatıldığı gibi çok kısa sürelidir ve hemen geçer.
7. Telkine yatkındırlar, başkalarından ya da olaylardan kolay etkilenirler.
Kim nereye çekerse o tarafa gidebilirler. Herhangi bir şey alacakları zaman birçok kişinin fikrini sorar ve herkes başka bir şey dediği zaman da ne yapacaklarını şaşırırlar, çünkü herkesin dediğini yapmak isterler. Aslında bu şekilde danışma gereksinimi duymaları, ne istediklerine karar verememiş olmalarından çok, insanlarla ilişki içinde olmayı ve onların ilgisini üzerine çekme amacına yöneliktir. Dolayısıyla da, onların beğeni ve ilgisinin sürememe endişesi ile de, her fikir söyleyenin dediğini yaparak onları memnun etmek isterler.
8. İlişkilerinin olduğundan daha yakın olması gerektiğini düşünürler.
İlişkilerindeki yakınlık ve ilgiden hiçbir zaman tatmin olmazlar, hep daha çok ilgi ve yakınlık gereksinimi içinde açlık çekerler.

Narsisistik Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, davranış veya fantezide büyüklenmecilik, kendisine hayranlık duyulması ihtiyacı ve başkalarının duygularını anlamaktaki yetersizliktir. Genel popülasyonda görülme sıklığı %2-6’dır.
Narsisistiklerin genellikle kendilerini fazla seven ve kendilerine fazla güvenen kişiler olduğu zannedilir. Oysa, gerçek durum bunun tam tersidir. Narsisistik, bir şey yapmaksızın kendini sevemediği ve kendisine saygı duyamadığı için, kendisini sevebilmek ve saygı duyabilmek adına, durmadan bir şeyler yapma ihtiyacı duyar.
Mental aktivite, kendilik tasarımının yapısal bütünlüğünü, zamandaki sürekliliğini ve olumlu duygusal renklenmesini ayakta tutmaya yönelik olduğu ölçüde narsisistiktir. (5) Özetle, kendilik saygısını kazanmaya ve sürdürmeye yönelik etkinlikleri, narsisistik olarak niteleriz. Bu tür etkinliklere duyulan ihtiyacın zorunluluğu ve sıklığı oranında da, narsisistik patolojinin ağırlığından söz edebiliriz.
1. Kendisinin çok önemli olduğu duygusunu taşır (örn: başarılarını ve yeteneklerini abartır, yeterli bir başarı göstermeksizin üstün biri olarak bilinmeyi bekler).
Önemli ve özel biri olduklarına kendilerini inandırabilmek için, başkalarının da öyle düşünmesini sağlamaya çalışırlar. İlk randevusuna gelen bir hastam, kapıdan girer girmez “iki tane Porsche’um var.” demişti. Bir şey söylememe fırsat vermeden, tanınmış bir mankenin ismini vererek “iki sene çıktım” dedi. Daha sonra, ne kadar değerli bir kılıç koleksiyonu olduğundan, hangi tanınmış kimselerle arkadaşlık ettiğinden bahsetti. Oysa daha, ne kimliğine ilişkin, ne de niçin geldiğine ilişkin, hiçbir şey söylememişti. Neden sonra, niçin geldiğini sordum, üzerinde durmaya değmeyecek bir edayla, “başım ağrıyor sadece” dedi. Bir üniversitede master öğrencisi olmasına karşın, ne iş yaptığını sorduğumda, öğretim üyesi olduğunu söyledi. Tüm çabası ve yaptıkları, kendisini önemsemem içindi. Bana ne kadar önemli bir insan olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Karşısındakini ne kadar etkileyebilirse, kendisini de değersiz biri olmadığına inandırabilir.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ya da kusursuz sevgi düşlemleri üzerine kafa yorar.
Başkalarını etkileyerek kendilerini değerli hissetme çabaları, insanların yokluğunda, yerini fantezilere bırakır. Dışarıdan gelecek olumlu yansımalar yoksa, bunun yerini hayaller alır. Bütün insanları etkileyecek, herkesin hayranlığını kazanacak ve çok tanınmış, tapılan bir insan olmalarını sağlayacak şeyler yaptıkları, çeşitli hayaller kurarlar. Kendilerini Nobel ödülü almış, konuşma yaparken, dünyanın en zeki, en yakışıklı insanı seçilmiş, bütün dünyayı kurtaracak bir kahramanlığı gerçekleştirmiş olarak hayal ederler. Bu hayallere, gerçekmiş gibi inanır ve kendilerini değersiz hissetmekten kurtulurlar.
3. Özel ve eşi bulunmaz biri olduğuna ve ancak başka özel ya da toplumsal durumu üstün kişilerin (ya da kurumların) kendisini anlayabileceğine ya da ancak onlarla arkadaşlık etmesi gerektiğine inanır.
4. Çok beğenilmek ister.
Ancak başkalarının kendilerini beğendiklerini hissettiklerinde kendilerine saygı duyabildiklerinden dolayı, sürekli başkalarının beğenisini kazanmak için çabalarlar. Hiçbir şeyle gerçek anlamda ilgilenmez, daha çok beğenilebilmek için çok farklı etkinliklerle meşgul olurlar. Başkalarına göstermek için, her konuda bilgi sahibi olmak isterler.
5. Hak kazandığı duygusu vardır: Kendisinin, özellikle kayrılacak olduğu bir tedavi biçiminin uygulanacağı beklentileri ya da bu beklentilere göre uyum gösterme.
Birileri işlerini daha kolay yollardan hallediyorken, kuyruklarda beklemek, özel muamele görmemek, kendilerini değersiz hissettirdiğinden, kayrılacakları bir yaklaşım ve tedavi beklerler. Özel ya da ayrıcalıklı davranılmasını sağlamak için çaba gösterirler, beklentileri karşılanmadığında da öfkelenir ya da kendisine özel muamele yapmayan kişileri aşağılarlar.
6. Kişiler arası ilişkileri kendi çıkarları için kullanır: Kendi amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
En başta kendisini iyi hissettirecek şekilde davranmalarını sağlamak olmak üzere, ilişkide bulundukları insanları kendi gereksinimleri ve amaçları doğrultusunda kullanırlar. İlişkide bulundukları insanlar, bu gereksinimleri karşılamamaya başlar veya onlara gereksinimi kalmazsa uzaklaşır, başka insanlar bulurlar.
7. Empati yapamaz: Başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanıyıp, tanımlama konusunda isteksizdir.
İnsan ilişkilerindeki en büyük zorluklarından biri empati yapma yeteneklerinin olmayışıdır. Kişiler arası ilişkilerinde benmerkezci, kendilerine dönük ve başkalarını sömürücüdürler. En büyük, eşsiz olmaları ile başkalarının ilgisine, sevgisine ve hayranlığına bağımlılıkları, çelişkili bir görünüm verir. (6)
Eşsiz oldukları inancı, başkalarına yakınlaşabilme, onlarla özdeşleşebilme, onlarla eşduyum yapabilme yetilerini ketler. İlişkide bulundukları nesnelerde bir tür ulaşılmazlık hissini oluştururlar. Onların sorunlarıyla, dertleriyle, gereksinimleri ile ilgilenmezler. İlişkide bulundukları insanların sadece kendisine karşı ne hissettiğine ilişkin duyguları ile ilgilenirler. (6)
8. Çoğu zaman başkalarını kıskanır ve başkalarının da kendisini kıskandığına inanır.
Bilinçli ya da bilinçsiz haset, dikkati çekecek kadar ön plandadır. Başka birinin iyi ve başarılı olması, kendi yetersizlik duygularını tetiklediği için rahatsızlık yaratır. Biri hakkında iyi bir şey söylendiğinde kendisini huzursuz hisseder. Buradaki korku, geride kalma, unutulma ve önemini yitirme korkusudur. Acilen, övülen, takdir edilen kişilerin küçümsenmesi çabasına girişirler. Çeşitli fırsatlarla, söz konusu kişilerin açıklarını yakalamaya ve teşhir etmeye çabalarlar.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ve tutumlar sergiler.
Kibir, uzaklık, soğukluk narsisistik yaralanmalara karşı bir savunma olarak, sık görülen bir durumdur. (7) Başkalarından gelecek eleştirilere karşı bir savunma olarak, başkalarının fikirlerini önemsemediklerini baştan belli ederler. Eleştirilebilecekleri durumlarda kibirli ve uzak davranırlar.

C KÜMESİ KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Kaçıngan Kişilik Bozukluğu
Temel özellikleri, yetersizlik duyguları ve olumsuz değerlendirilmeye aşırı duyarlılık ile sosyal ketlenmedir. Genel popülasyonda %0,5-1 arasında, psikiyatri kliniklerinde %10 oranında görülür.
1 Eleştirilecek, beğenilmeyecek ya da dışlanacak olma korkusuyla çok fazla kişiler arası ilişki gerektiren mesleki etkinliklerden kaçınır.
İnsanlarla ilişki içinde olmalarını gerektirecek mesleklerden veya pozisyonlardan kaçınırlar, daha çok insan ilişkisi gerektireceği için, mesleğinde yükselmekten bile kaçınabilirler.
2. Sevildiğinden emin olmadıkça insanlarla ilişkiye girmek istemez.
Kendiliklerinden ilişki kuramaz ve girişimde bulunmazlar. Başkalarından gelen yaklaşımlarda da, gerçekten istendiklerinden ya da sevildiklerinden emin olmak isterler. Israr edilmedikçe bir davete katılmaz, ayrıca orada bulunacak herkesin kendisini isteyip istemediğini bilmek isterler.
3. Mahcup düşeceği ya da alay konusu olacağı korkusuyla yakın ilişkilerde tutukluk gösterir.
İnsanlarla bir aradayken ya da yakın biriyle birlikteyken bile, söyleyecekleri ya da davranışları küçümsenme ya da alay konusu olabilir, beğenilmez diye, çekingen ve tutuk olurlar. Doğal ve kendiliğinden davranamaz her şeyin uygun karşılanıp karşılanmayacağını hesap ederler.
4. Toplumsal durumlarda eleştirileceği ya da dışlanacağı üzerine kafa yorar.
Olası bir sosyal etkinliğe katılacakları zaman ya da böyle bir durum olmaksızın, insanlar arasında ne tür hatalar yapacakları, nasıl dışlanacakları ve istenmeyeceklerine ilişkin hayaller kurarlar.
5. Yetersizlik duyguları yüzünden, yeni kişilerle aynı ortamda bulunduğu durumlarda ketlenir.
Özellikle yeni tanıştığı kişilerin kendisini beğenmeyeceğinden ya da küçümseyeceğinden endişe ettiklerinden, rahat ve doğal davranamazlar.
6. Kendisini toplumsal yönden beceriksiz, kişisel olarak albenisi olmayan biri olarak ya da başkalarından aşağı görür.
Kendilerini beğenmez ve başkalarından aşağı görürler. Kendilerini sıkıcı, başkalarının arkadaşlık ya da yakınlık yapmak istemeyeceği biri olarak değerlendirirler. Bu yüzden insanlar arası ilişkilerde tutuk davranırlar ve zamanla da, çok önemsenmeyeceklerine ilişkin kehanetlerinin gerçekleşmesini sağlamış olurlar.
7. Mahcup düşebileceğinden ötürü kişisel girişimlerde bulunmak ya da yeni etkinliklere katılmak istemez.
Nasılsa sonunda mahcup duruma düşecekleri endişeleri yüzünden, insanlarla tanışmak, toplumsal etkinliklere katılmak ve insanlarla birlikte olmak için bir çaba harcamazlar.

Bağımlı Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, uysal ve yapışkan davranışa ve ayrılma korkusuna yol açacak biçimde aşırı bir kendisine bakılma gereksinmesinin olmasıdır. Ruh sağlığı kliniklerinde en sık karşılaşılan kişilik bozukluğudur. Ancak çoğunlukla, Bağımlı Kişilik Bozukluğu nedeniyle değil, başka birinci eksen sorunları için başvururlar.
1. Başkalarından bol miktarda öğüt ve destek almazsa gündelik kararlarını vermekte güçlük çeker.
Günlük olaylarda bile başkalarına danışma gereksinimi duyar. Şunu mu giysem bunu mu, oraya mı gitsem buraya mı gibi, herhangi bir ehemmiyeti olmayan konuları bile başkalarına sorar. Bağımlıların sürekli danışma gereksinimi hissetmeleri, başkalarının ilgi ve desteğine ihtiyaç duymalarından kaynaklanır. Başkalarının ilgi ve desteğine ihtiyaç duyduklarında, kendi başlarına yapamıyorlarmış gibi düşünmek isterler.
2. Yaşamının çoğu önemli alanında sorumluluk almak için başkalarına gereksinir.
Kendi hatalarıyla yüzleşmek ve hayatlarının sorumluluklarını tek başlarına almak istemediklerinden, önemli kararlarına, hep başkalarını dahil etmek isterler. Üniversite tercihlerini, iş kararlarını, evlenme ya da boşanma kararlarını, nerede oturacaklarını, nasıl bir yaşam seçeceklerini başkalarına danışmadan karar veremezler.
3. Desteğini yitireceği ya da kabul görmeyeceği korkusuyla, başkalarıyla aynı görüşü paylaşmadığını söylemekte zorluk çeker.
Kimseyle arasının bozulma ihtimaline tahammül edemezler, herkesle iyi geçinme ve desteklerini yitirmeme arzusuyla, her şeye uyumlu davranır, bir şeye itiraz edemezler. Hayır diyemezler. Kendilerini sıkıntıya sokacak olsa bile, başkalarının işlerine yardım ederler ya da paralarını verirler.
4. Doğru yapıp yapmadığına ya da yeteneklerine ilişkin korkularından ötürü, tasarıları başlatma ya da kendi başına iş yapma zorluğu vardır.
Bir şeye başlamak ve inisiyatif gösterebilmek için başkalarından destek isterler. Bağımsızlık korkuları vardır. Bağımsızlığını ve bireyselliklerini kazandıklarında, başkalarının desteğini kaybedeceklerinden korktuklarından, bağımsızlık yönünde adım atmak konusunda çok dirençli davranırlar.
5. Başkalarının bakım ve desteğini sağlamak için, hoş olmayan şeyleri yapmayı isteyecek kadar, aşırıya gider.
İnsanların kendisinden memnuniyetini, dolayısıyla da desteğini sağlamak için, aşağılayıcı işleri bile üstlenebilir, insanlara çeşitli hizmetler sunabilirler.
6. Kendisine bakamayacağına ilişkin aşırı korku nedeniyle, tek başına kaldığında kendisini rahatsız ya da çaresiz hisseder.
Aile üyelerini, anne, babasını kaybettiğinde tek başına kalamayacağı ve hayatla başa çıkamayacağı konusunda sık sık korkulara düşerler.
7. Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka bir ilişki arayışı içine girer.
Bağımlı olduğu insanlara ne kadar düşkün ve onsuz yapamıyor görünseler dahi, böyle bir ilişki sonlandığında yeniden bağlanacağı birini arar.
8. Kendi kendine bakma durumunda bırakılacağı korkuları üzerine, gerçekçi olmayan bir biçimde kafa yorar.
Başkalarının ilgi ve desteğine ihtiyacı olduğunu düşünebilmek için, sürekli, hayatla tek başına başa çıkamayacağı duygusuna gereksinim duyarlar.

Takıntılı- Zorlantılı (Obsesif-Kompulsif) Kişilik Bozukluğu
Temel özelliği, düzenlilik, mükemmeliyetçilik, zihinsel ve kişiler arası ilişkilerde kontrollü olmak üzerine aşırı kafa yormaktır. Bu uğraşları dolayısıyla, esnek ve açık olamazlar ve verimlilikleri önemli ölçüde azalır. Genel popülasyonda %1, psikiyatri kliniklerinde %3-10 oranında rastlanır. 1. Yapılan etkinliğin asıl amacını unutturacak derecede ayrıntılar, kurallar, listeler, sıralama, organize etme ya da program yapma ile uğraşıp durur.
Bir işe başlamak için uzun bir zaman o işi nasıl, hangi sırayla yapacağını kurgular, işe başladıktan sonra da, işin asıl amacından uzak ayrıntılarla uğraşır.
2. İşin bitirilmesini zorlaştıran bir mükemmeliyetçilik gösterir ( örneğin kendisine özgü aşırı katı ölçütler karşılanmadığı için bir tasarıyı tamamlayamaz).
İşini bitiremez, ne kadar iyi yapsa da tatmin olamaz, tekrar tekrar kontrol etme isteği duyar. Söz gelimi ödevlerini zamanında bitiremez. Her zaman bir eksik bulur, araştırması gereken bir şeylerin eksik kaldığı duygusunu taşır ya da yazısını beğenmez, yeni bir kurguyla tekrar tekrar yeniden yazar.
3. Boş zamanlarını değerlendirme etkinliklerinden ve arkadaşlıklarından yoksun kalacak derecede kendisini işe ya da üretkenliğe adar (bu durum ekonomik gereksinimleri ile açıklanamaz).
İşkoliktirler. Eğlence, ya da boş zamanlarında iş, ders veya yapılması gereken bir görev dışında bir şeyle meşgul olduklarında, huzursuz olurlar.
4. Ahlak, doğruluk ya da değerler gibi konularda vicdanının sesini aşırı dinler ve esneklik göstermez (bu durum kültürel ya da dinsel özdeşim ile açıklanamaz).
Hem kendi, hem başkalarının davranışlarını sürekli ahlak ve doğruluk konusunda sorgularlar. Kurallara ya da değerlere uymadığını düşündüğü davranışlardan rahatsız olur, eleştirirler. Yollarda tanımadığı insanların kuyruğa girmemesi, toplu taşıma araçlarında yüksek sesle konuşması, trafik kurallarına uymaması gibi olaylar sinirlenmelerine ya da huzursuz olmalarına yol açar.
5. Özel bir değeri olmasa bile eskimiş ya da değersiz şeyleri elden çıkaramaz.
Eski eşyalarını atamaz. Bir gün lazım olur gerekçesiyle ya da elinden bir şey çıkarmada zorlandığı için her şeylerini saklarlar. Sinema, konser biletleri, eski okul defterleri, işe yaramayan eski ders kitapları, eskimiş kıyafetler gibi birçok şeyi saklarlar.
6. Başkaları, tam olarak kendisinin yaptığı gibi yapmayı kabul etmedikçe, görev dağılımı yapmak ya da başkalarıyla birlikte çalışmak istemez.
İşlerin kendi bildikleri gibi yapılmasını beklerler. Her şeyin en doğru biçiminin belli olduğunu düşünürler, aksine davranışlardan rahatsız olurlar. Söz gelimi, bir salatanın nasıl yapılması gerektiğine ilişkin kendi inandıkları belli bir sıra ve kural vardır, başka türlü yapıldığında kendilerine yanlışmış gibi gelir. Dolayısıyla, başka türlü yapacaklar diye, işlerin ve sorumlulukların önemli bir bölümünü kendileri yaparlar.
7. Para harcama konusunda hem kendisine hem de başkalarına karşı cimri davranır; para, gelecekte ortaya çıkabilecek felaketler için biriktirilmesi gereken bir şey olarak görülür.
Gerekli şeyler için bile para harcamaktan rahatsız olurlar. Becerebilseler bütün paralarını biriktirmek isterler. Harcadıkları her kuruş güvenlik duygularını zedeler ve kısa sürede telafi etmek isterler.

ETİYOLOJİ
Kişilik bozukluklarının, çok çeşitli etkenlerin karşılıklı etkileşimleri ve bir araya gelmeleri ile geliştiği düşünülmektedir. Bunların başında, erken çocukluk yıllarındaki anne-baba ile ilişkiler, en önemli yeri tutuyor görünmektedir. Kişilik bozukluklarında temel problemin, kişinin kendisini ve diğerlerini algılamasındaki sorunlar olduğu söylenebilir. İnsan kendisine davranıldığı ve hissettirildiği bir biçimde kendisini tanır ve kendi hakkındaki düşünceleri ve kendilik tasarımı oluşur. Sınırda Kişilik Örgütlenmesi vakalarında olumsuz ve kötü kendilik imgelerinin baskınlığı, kararlı ve bütünlüklü bir kendilik tasarımı gelişmesine engel oluyor görünmektedir. Nevrotik düzeydeki kişilik bozukluklarında ise kararlı ve bütünlüklü olsa da, kendilik ve nesne tasarımlarının sorunlu şekillenmesi ile, psikoseksüel gelişim basamaklarına saplanma veya gerilemeler ön planda görünmektedir.
Özetle, kişilik bozukluğunun gelişiminde en önemli etken, erken çocukluk yıllarında, anne-baba ile ilişkilerde yaşanan olumsuzluklardır. Söz gelimi, Bağımlı Kişilik Bozukluğu, çocuğuna fazla sorumluluk vermeyen, her şeye onun yerine kendisi karar veren ve yapan, kendileri de bağımlılık ihtiyaçları içinde olan annelerin, çocuklarında görülmektedir.

TEDAVİ
Kişilik bozukluğu vakalarının tedavi için başvuru oranları yüksek değildir. Özellikle ciddi sorunlara yol açan Sınırda Kişilik Bozukluğu ve Çekingen Kişilik Bozukluğu vakaları daha çok tedavi gereksinimi duyarlarken; Antisosyal Kişilik Bozukluğu vakaları, ancak bir suç işlediklerinde tedavi edilmek üzere yasal yollardan gönderildiklerinde ya da alacakları cezaları hafifletebilmek amacıyla kendiliklerinden başvururlar.
Kişilik bozukluklarının tedavisi, ortalama 4-6 yıl sürmektedir ve hepsi tam olarak tedavi olmasalar bile, olumlu sonuç alma oranı eskiden düşünülene göre oldukça yüksektir. Tedavide temel yöntem, uzun süreli bireysel terapi veya grup ve aile terapileridir. Uzun yıllar daha çok analitik, dinamik yönelimli tedaviler uygulanmaktayken, son yıllarda bilişsel davranışçı, diyalektik veya şema terapilerinin de yararlı olduğuna ilişkin yayınlar bulunmaktadır.
Terapilerin yanında, bu hastalarda sıklıkla ortaya çıkabilen, duygusal dalgalanmalar, depresif dönemler, yoğun anksiyete krizleri ya da kısa süreli psikotik belirtilere karşı ilaç kullanılmaktadır. Duygudurum düzenleyicileri dışındaki ilaçlar, daha çok belirtilere yönelik olarak kısa sürelerle kullanılır.

HASTA YAKINLARININ KARŞILAŞABİLECEKLERİ SORUNLAR
Kişilik bozukluğu vakaları kendi sıkıntıları kadar, birlikte yaşadıkları kişiler için de ciddi bir sıkıntı ve stres kaynağı olabilmektedirler. Üstelik hasta olarak görülmediklerinden, etraflarında, bilerek ya da insanları üzmek ya da kırmak amacıyla böyle davrandıkları sanılır. Aileler genellikle bu kişilere böyle davranmaktan vazgeçmeleri için baskı yaparlar, akıl ve öğüt verirler ve tedavi için pek özendirmezler. Bazı aileler ise, durumu bir hastalık olarak görmeyi tercih eder ve durumu kabullenip düzelmesi konusunda çaba göstermezler. Hasta yakınlarının sabırlı, anlayışlı ve destekleyici yaklaşımları yanında düzenli ve uzun süreli terapilerle sonuç alınabileceğini bilmelerinde ve sık hekim değiştirmemelerinde yarar vardır.




KAYNAKLAR
1. Amerikan Psikiyatri Birliği. Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı. (DSM-IV) Washington DC: 1994. Çev: E Köroğlu, Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 1998

2. Gunderson JG. Borderline kişilik bozukluğu. Çev: B Ceyhun, Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 1994: 1-29

3. Kernberg OF. Sınır durumlar ve patolojik narsisizm. Çev: M Atakay, İstanbul: Metis Yayınları, 1999: 19-55

4. Kernberg OF. Sapıklıklarda ve kişilik bozukluklarında saldırganlık. Çev: MB Büyükkal, İstanbul: Metis Yayınları, 2000: 74-89

5. Stolorow R, Lachmann F. Psychoanalysis of developmental arrests. New York: International Universities Pres; 1980:10

6. Saydam B. Narsisistik kişilik bozukluğu, antisosyal kişilik bozukluğu, borderline kişilik bozukluğu: Psikodinamik açıdan benzerlikler, farklılıklar. Narsisistik Kişilik Bozukluğu içinde Ed: A Çelikkol. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Sonbahar, 1996: 413-430

7. Odağ C: Örneklerle narsisiszm. Narsisistik Kişilik Bozukluğu içinde Ed: A Çelikkol. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Sonbahar, 1996: 457-476

KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR

HEDEFİNİ ŞAŞIRMIŞ BİR İSYANIN ÜRÜNÜ OLARAK KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR Doğan Şahin   GİRİŞ Bu yazıda son yıllarda giderek artan her şe...