İzleyiciler

27 Ekim 2015 Salı

NEFRET NE İŞE YARAR?


NEFRET NE İŞE YARAR?

Ya da

NEFRET TEMEL İHTİYAÇLARDAN BİRİ MİDİR?

Prof. Dr. Doğan Şahin
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı

 
GİRİŞ
Yıllardır borderline (sınırda) kişilik örgütlenmesi gösteren hastalarla çalışırım. Çok hızlı sever, çok kolay nefret ederler. Sevgileri de nefretleri de çok şiddetli ve genellikle kısa süreli olur. Nefret ettikleri şeyi tekrar sevebilir, sevmeye başladıktan sonra da yeniden nefret edebilirler. Sonra gene sevebilirler ya da bir kere nefret ettiler mi bir daha dönüp bakmayabilirler. Daha bir hafta önce, hatta bir gün önce, ondan ayrılamayacağını, onsuz yapamayacağını ya da ne olursa olsun hep hayatında olmasını istediğini söylediği sevgilisinden ya da arkadaşından hiçbir sevgisi kalmamış gibi uzaklaşabilir ya da nefret edebilirler. Bu durumla yüzleştirdiğinizde ise eski duygularını yanlış tanımaya bağlı bir yanılgı olarak değerlendirirler ya da duygularının gerçek olmadığını anladıklarını söylerler.  

Düşündüm ki borderline (sınırda) hastaların neden bu kadar kolay ve sık nefret ettiklerini anlarsak, belki diğer insanların da nefret duygularının ardındaki dinamikleri daha iyi anlamış oluruz. 

Bu makalemin tamamı Birey ve Toplumun Psikodinamikleri Üzerine Yazılar isimli kitabımda yayınlanmıştır.

28 Temmuz 2015 Salı

İDEALİST BİR HEKİM NEDEN İNTİHAR EDER?


HERKESİ YAŞATMAK İÇİN ÇIRPINAN BİRİ NEDEN ÖLÜMÜ TERCİH EDER?

 Prof. Dr. Doğan Şahin

Bu yazıyı yazmadan evvel birkaç arkadaşıma hayatlarında yaptıkları en önemli tercihin neye dair olduğunu sordum. Çoğu hayatını etkileyen en önemli tercihin evlenmek ya da ayrılmakla ilgili olduğunu söyledi.  Neden biriyle evlenmenin ya da birinden ayrılmanın bu kadar önemli olduğuna, bunun bir tercih meselesi mi, kişisel tarihimizin ve dolayısıyla dinamiklerimizin belirlediği bir durum mu olduğuna dair bir yazı yazabileceğimi düşündüm.

Ama sonra başka bir şey oldu. Bir meslektaşımız öldürüldü.  Ve bugün okulumuzdan 450 kişi mezun oldu.  Bundan sonraki hayatlarını hekim olarak geçirecekler. İnsan neden hekim olmayı seçer ya da insan neden katil olmayı seçer. Bunların ne kadar tercih ne kadar zorunluluk olabileceğine dair bir yazı mı yazsam diye düşündüm.

Tercih konusunda yazacağım yazı için bir tercih yapmam gerekiyordu. Çeşitli seçenekler arasında bir seçim yapmakta oldukça kararsız kaldım. Sadece konu olarak değil, ele alacağım konuyu ele alma biçimi açısından çok sayıda seçenek arasında gittim geldim.  Sonunda yazıyı teslim etme günü gelip çatınca, Sevgili Emin Önder’den de klasik “yazıyı bekliyorum” mesajı gelince oturup yazmaya karar verdim.  Acaba yazıyı bitirdiğimde bir karara varmış olabilecek miyim? Bir karara varırsam, bir tercihte bulunursam bunun belirleyicileri neler olacak? Böyle düşünmeye başladığımda kendi meslek alanımdan uzaklaşmış ve meseleyi felsefi açıdan ele almaya başlamış hissediyorum ki bu da hiç hoşuma gitmiyor.

Psikolojinin sınırları içinde kalarak yazmak istiyorum ama psikiyatri veya psikoloji biliminin tercihle ilgili yeterli bilgi birikimi var mı ki? Benim bildiğim kadarıyla yok ve bu da beni gene felsefeden yardım almak zorunda bırakıyor. Böyle durumlarda en rahatı edebiyata sığınmaktır. Bilinçli olarak ne demek istediğinizi çok iyi kurgulamadan, doğru çözümlemeler yapmadan, kendinizi kontrollü bir gerileme bırakırsanız, sizden daha akıllı ve organize olan bilinçdışınız, başkaları tarafından da aynı yolla kavranacak sembolik bir kurgu kuracaktır. Ben de öyle yapacağım ve bir insan neden hekimliği seçer ve yaptığı bu seçim kendisini nasıl ölüme götürür sorusunu 3 yıl önce kaybettiğimiz meslektaşımız Sevgili Melike Erdem’in kısa yaşam öyküsü üzerinden anlatmaya çalışacağım. 

Hekimlik gerek çalışma yaşamındaki olağanüstü zorluklar, sık sık yaşanan hakaret ve fiziksel şiddete maruz kalma ve tüm bunlar karşılığında tatminkâr olmayan bir gelire razı olmak anlamına gelmeye başlamış olsa da hala birçok oldukça zeki ve çalışkan genç insan için en çekici mesleklerden biridir.

Hekime yönelik şiddetin tırmanmasında bu alanda çalışan tecrübeli meslektaşlarımız iki şey söylüyorlar, hekimlere yönelik, aşağılayıcı, suçlayıcı ve itibarsızlaştırıcı söylemlerin artışı ve sağlıkta dönüşümün getirdiği çok kısa sürede, çok sayıda hastaya bakmak zorunda kalınması.

Hekimler ve sağlık çalışanları son on yıldır çok büyük bir dayatma ve baskı ile karşı karşıya olmalarına karşın buna ciddi bir karşı koyuş sergileyemediler. Mücadele şurada dursun, derdini hekim olmayan bir kişiye dahi anlatabilmiş değiller. Karşımızdaki dayatmacı ve Nuh deyip peygamber demeyen sağlam irade, hekimleri dilsiz etmiş durumda. Hekim örgütleri ve odalar başka daha büyük siyasi konularla uğraştıklarından, bu konuya ne yeterli ilgi gösterebiliyor ne de ciddi bir mücadele sergileyebiliyorlar. Böyle yaptıkları için de giderek hekimlerin odaya olan güvenini ve desteğini kaybediyorlar. Tam bir ilgisizlik ve umutsuzluk durumu yaratmış oluyorlar. 

Ama benim anlatacağım şey başkaydı.

30 Kasım 2012 tarihinde, acil tıp hekimliği asistanı Dr. Melike Erdem,   İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin 6’ncı katından atlayarak intihar etti. Dr. Melike Erdem, bir hasta yakını tarafından SABİM hattına yapılan şikâyet sonrasında hakkında açılan soruşturmayı takiben intihar etmişti. Bu soruşturmaya karşı savunmasını yazdıktan hemen sonra.  Şikâyet edilmesinin nedeni acil polikliniğine nöbetçi iken, sondasının değiştirilmesi isteği ile başvuran bir hastaya, üroloji polikliniğine başvurmasının gerektiğini söylemesiydi. 

Hürriyet gazetesindeki habere göre Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Ali Özyurt şunları söylemişti:  “Japonya’da aşırı çalışma saatleri sonucu yaşanan intiharlara Karojisatsu adı verilir. Rahmetli Melike Erdem ölmeden önce 48 saat nöbet tutmuştu. Ayda 15 nöbet tutuyor ve aylık çalışma saati 160 yerine neredeyse 300 saati aşıyordu. Bu yetmezmiş gibi gün aşırı soruşturmalar, SABİM jurnal hattından gelen aslı astarı olmayan şikâyetlere yazılı savunlar bardağı taşıran son damla oluyor ve genç yaştaki meslektaşlarımız tükenmişliğin zirvelerine tırmanıyor. Bazıları işini bırakıyor. Dayanıklı olanlar ise son nefesine kadar idare etmeye çalışıyorlar. Asistan Dr. Melike Erdem çok badireler atlattı. Ancak son SABİM onu canından bezdirdi. Bu haksızlığa dayanamayarak elinde karaladığı SABİM savunması, kendini boşluğa bıraktı.”

Bir psikiyatr olarak intihar vakalarının çoğunun altında psikiyatrik bir sorun olduğunu biliyorum. Belki Dr. Melike’nin de yaşadığı olaylardan dolayı, depresyona girmiş olabileceğini düşündüm.

Hastaneye gidip, asistan arkadaşlarıyla konuştum. Mesai arkadaşlarından aldığım bilgilere göre depresyonda değildi. İntihar ettiği güne kadar mesaisini aksatmadan çalışmalarını sürdürmüş ve herhangi bir semptom gözlenmemişti. İntihar ettiği gün de normal göründüğünü, sadece istenen saçma soruşturmaya “Ne yazacağım buna ben?” diye bir iki kişiye sorduğunu söylediler. Sabah seminer varmış, elinde soruşturma yazısı ile seminere katılmış seminerden biraz sonra da intihar etmiş.

Doktor Hanım aslında karşıda başka bir hastanede ihtisas yapıyormuş. Orada yeterli eğitim alamadığını düşündüğü için, daha iyi eğitim olanakları olur diye Samatya’ ya gelmiş.

Daha sonra ablası ve dayısı ile görüştüm.

Ablası Fulden Hanım, bana Dr. Melike Erdem’in intihar ettiği gün yazdığı savunmanın bir kopyasını verdi.

Meslektaşımız savunmasında şöyle demekteydi:

“Hastanemizde Acil Tıp Asistanı olarak çalışmaktayım. 22.11.2012 tarihinde saat 17:00 de nöbeti devraldım. İsmi geçen hasta ve yakını saat 17:00-17:30 arasında acil servise geldi. Hastanın mevcut şikayeti sorulduğunda hasta yakını tarafından kendilerinin göz polikliniğinden geldiklerini, orada muayene olduğunu ayrıca prostat şikayeti nedeniyle ürolojiden takipli olduğunu, hastası özürlü olduğundan mevcut poliklinik saatlerinde poliklinik başvurusunun zor olduğunu, gelmişken ayda bir sonda değişimi ve danışmak için üroloji doktoru ile görüşmek istediklerini ısrarlı bir şekilde ifade ettiler

Özürü bulunan ve üroloji doktoru ile görüşmek isteyen hastaya yardımcı olmak amacıyla hasta ilgili saatte üroloji ile konsülte edildi.

Konsültasyon sonrasında hasta ve yakını acil servise gelip mevcut durumu hakkında tekrar bilgilendirme yapmadı.” 

Bu satırlar ömrünü iyi bir hekim olmaya vakfetmiş bir meslektaşımızın son satırlarıydı.



Aradan epey zaman geçti.  Ablası, dayısı ve mesai arkadaşlarıyla yaptığım görüşmelerden aklımda kalanları toparlamaya çalışacağım. Muhtemelen bazı şeyleri yanlış anımsayacağım, bazı boşlukları ben tamamlayacağım. Ama benim zihnimde oluşan yaşam öyküsünü size aktarmış olacağım. Melike’nin öyküsünü yazmaya karar verdiğimde ablası ile telefonda konuşup, bazı sorular yollasam yanıt verir mi diye sordum. Nezaketle karşılayıp kabul etti, ama yaşam öyküsüne dair ayrıntılı sorularımın yanıtı gelmeden yazıyı, 2,5 sene öncesinden aklımda kalan haliyle bitirmiş olacağım. Ablasından gelecek yanıtlara göre meslektaşımın yaşam öyküsünü yazmak borcum olsun.

Şimdi benim aklımda kaldığı kadarıyla kıs yaşam öyküsü: 

Çocukluğundan beri hep hekim olmak istemiş. Hekimliği, insanları iyileştirmenin, acılarını dindirmenin bir yolu olarak görüyormuş.   Hekim olmadan evvel de hep insanlara yardım etmeye çalışır, herkesin sorunları ile ilgilenirmiş. Tıp fakültesini kazandığı zaman çok mutlu olmuş. Hekimlik onun tek ideali, adeta hayatının anlamı imiş. Hekim olduktan sonra da canla başla çalışır, hep daha iyi bir hekim olmak, hastalara daha iyi yardım edebilmek için çırpınırmış.

Daha önce çalıştığı hastanede de bir soruşturma geçirmiş. Gene bir hasta yakınının şikâyeti ile açılan bu soruşturmada, kimi mesai arkadaşlarının ve uzmanların hakikati anlatmak yerine kendilerini koruyacak şekilde ifade vermiş olmaları kendisini çok üzmüş. Ablası buna çok içerlediğini, anlam veremediğini günlerce nasıl bir hekim kendisini korumak için meslektaşının aleyhine olabilecek tarzda ifade verebilir diye söylendiğini anlattı.

Ablasından dinlediklerimden anladığım kadarıyla meslektaşımın zihninde ideal bir çalışma ortamı, ideal hasta hekim ilişkileri ve ideal meslektaşlar arası bir dayanışma arzusu ve beklentisi varmış. İstiyormuş ki kendisi hastalar için elinden geleni yapsın, onları iyileştirebilsin ve onlar da sağlıklarına kavuşmuş ve mutlu olarak hastaneden ayrılsınlar. Kendisi böyle canla başla çalışırken, meslektaşları ile dayanışma ve kardeşlik içeren sıcak bir ilişkide olsunlar ve uzmanları, şefleri büyükleri de kendilerini koruyup kollasınlar ve onlara bir şeyler öğretebilmek için gayret içinde olsunlar.

Oysa durum hiç böyle değildi ve giderek her şey bozuluyor, daha da kötüye gidiyordu. Artık “doktor efendi devri” bitmişti. Hükümetin, sağlık bakanının ve başbakanın, sağlıktaki tüm sorunların nedeni olarak doktorları göstermeleri; doktorları, bencil, paragöz, hastalara yukarıdan bakan, saygısız insanlarmış gibi lanse etmeye çalışmaları, doktorları hedef tahtası haline getirmişti. Hastalar en küçük bir sorunda hekimlere saldırmaya başlamışlardı.  Sağlık Bakanı sık sık hekimleri eleştiriyor, hastaları hekimler aleyhine kışkırtıyordu. Hekimler, hemen her gün sözel şiddete, suçlamalara maruz kalıyorlar zaman zaman fiziksel saldırı girişimleri ya da saldırıları oluyordu. Yaralanan, ölen meslektaşlarımız oluyordu. Melike’nin kalbindeki hekim-hasta ilişkisi bu değildi. Arzu ettiği, kendini vakfetmek istediği meslek yaşamı ile yaşadığı şeyler tamamen zıttı.

Tedavi etmek ve iyileştirip acılarını dindirmek için çırpındığı insanlar, kendisine bağırabiliyor, hakaret edebiliyor, saygısızca davranabiliyorlardı. Saygısız, hakaretamiz tutumları olan hastalar ve hasta yakınları tüm hekimleri rahatsız ediyordu elbette ama mesleğini sadece hasta rızası için yapan Dr. Melike için ciddi bir varoluşsal sorun yaratıyordu.

Meslektaşları ile dayanışmayı artırmak bu gidişi durdurmak mümkün olabilir miydi? Meslektaşımız yaşadığı bu zorlukları meslektaş dayanışması ile aşmak amacıyla Oda çalışmalarına katılmaya başlamıştı. Belki hekimlerin örgütlü gücü bu olumsuzlukları durdurmaya en azından azaltmaya hiç olmadı bir dayanışma yaratmaya hizmet edebilirdi.

Odada asistan komisyonu çalışmalarına katıldığı gibi hastanesinde de odanın bir temsilcisi gibi çalışıyordu. Ancak soruşturma sırasında meslektaşlarının ortak dayanışma gösterememiş olması, meslektaşlarına ve onların örgütüne yönelik inancını azaltmıştı.

Bundan sonraki dönemde mesleğini hakkıyla yapabilmek için belki de yurt dışına gitmenin daha akıllıca olduğunu düşünmeye başlamıştı. Amerika’da nasıl hekimlik yapabileceğini, ne tür sınavlara girmesi gerektiğini, orada yaşayıp yaşayamayacağını araştırmaya başlamıştı. 

İstiyordu ki hastalarına en iyi hizmeti, en iyi koşullarda verebilsin ve gereksiz bürokratik işlerle uğraşmasın, istediği gibi eğitim alabilsin. Ablasının deyimi ile âşık olduğu mesleğini istediği gibi yapabilmek için yapabileceği ne varsa yapmak istiyordu.

Yurtdışında çalışma olanakları araştırırken, hem bir önceki soruşturmadaki tutumları dolayısıyla meslektaşları ile kırgınlık yaşadığı hem de verilen eğitimden memnun olmadığı için bir umut Samatya hastanesine geçebileceğini düşünmüştü. Kendisi için uzak olsa da, ulaşım sorunları yaşayacak olsa da daha iyi bir çalışma ortamı ve eğitim imkânı yakalayabilmek amacıyla Samatya hastanesine tayin istemiş ve bu gerçekleşmişti.

Samatya hastanesinde çalışmaya başlayalı daha birkaç ay olmuştu ki bu kez de üroloji polikliniğinde yapılması gereken bir işlem için, hastayı sevk etti diye hakkında soruşturma açılmıştı.

Üç gün elinde soruşturma kâğıdı ile dolaştığını söylediler. Dediğim gibi birkaç kez “şimdi ne yazacağım buna” diye arkadaşlarına söylenmiş. Bence birleri sahip çıksın, kendisini anlasın istiyordu. Sonradan savunmada ne yazdığını aktardım. Bunları yazmak için kimseye danışmaya ihtiyacı olmazdı, O hissettiklerini paylaşmak, dertleşmek için bu soruyu sormuş olmalıydı. Birilerinin kendisi gibi hissettiğini, yaşadığı büyük hayal kırıklığını anladığını görmek istemiş olmalıydı. Oda ile de ilişki kurmamış. Sıradanlaşmış, günlük soruşturmalardan biri için büyük davalar peşinde olan Oda yönetimini rahatsız etmek istememiş olmalıydı.

O gün kimse halinde bir tuhaflık, farklılık görmemişti.  Bir idealist olarak bu koşullarda istediği gibi bir meslek yaşamı sürdüremeyeceği kanaatine vardığı için gitmek istemişti. Kimse de anlamamıştı.

Birçok insan bunu anlayamayabilir ama onun için mesleği, tüm hayatı idi. Her gün ıstırap çekerek bu mesleği icra etmek onun varoluşuna aykırı idi.  O ideali olmadan yaşayamayanlardandı. İdealini ise politikacılar, hastalar, meslektaşları ve meslek örgütü hepimiz birlikte öldürmüştük.

İdealinin öldüğünü ve yapayalnız olduğunu anlayınca……..




23 Haziran 2015 Salı

CİNSEL YAŞAMINIZI BERBAT HALE GETİRMENİN GARANTİLİ 16 YOLU


CİNSEL YAŞAMINIZI BERBAT HALE GETİRMENİN
GARANTİLİ 16 YOLU
Prof. Dr. Doğan Şahin
GİRİŞ
Uzun yıllardır cinsel sorunların tedavisi ile ilgilenen bir profesyonel olarak, insanların cinsel yaşamlarını nasıl bozduklarına ilişkin gözlemlerimi şimdilik 16 maddede özetledim. Yeni yollar gözlemledikçe ilaveler yapacağım .
1. Cinsel istek kendiliğinden gelecek diye beklemeye devam edin

2. Cinsel istekleriniz, hayalleriniz, fantezileriniz sizin en büyük sırrınızdır, mezara götürün

3. Cinsel isteğinizin olup olmadığına aldırış etmeden cinsel ilişkiye girin.

4. Gergin, güvensiz ortamları tercih edin. Birbirinize kırgınlıklarınız varsa bunları konuşmak ve çözmek yerine cinsel ilişkiye girin.
5. Hamilelik istenmediği halde, güvenli bir koruma yöntemi seçmeyin, cinsel ilişki sırasında hamilelik kaygısıyla gerginliğinizi artırın.

6. Cinsel birleşme öncesi, sevginizi göstermek, beğendiğinizi ve arzu duyduğunuzu ifade etmek ayrıca birbirinizi birleşmeye hazırlamak gibi işlevleri olan ön sevişmeye fazla vakit ayırmayın. Apar topar cinsel birleşmeye geçin.

7. Karşı tarafı rahatsız edebilecek ağız kokusu, akıntı gibi sorunlarınız varsa bunları tedavi ettirmeyin, sevişme öncesi hijyen ve temizliğinize özen göstermeyin.
8. Erken boşalma ya da uyarılma zorluğunuz varsa bunları tedavi ettirmek yerine bu sorunlarınızla cinsel yaşamınızı sürdürmeye çalışın.

9. Eşinizin sevişirken sizi rahatsız eden tutumları varsa değiştirmesin diye bunları söylemeyin, katlanmaya çalışın.

10. Cinsel isteklerinizi, arzularınızı, eşinizin size yapmasını istediğiniz şeyler varsa bunları da söylemeyin, hevesiniz körelsin.

11. Farklı cinsel aktiviteler denemeyin, olur da bunlardan çok keyif alabilirsiniz. Bunun yerine baştan aşağı sırası değişmeyen, hep aynı şeyleri yapın ve rutin bir sevişme usulü geliştirin.

12. Genel iletişiminiz ve cinsel iletişiminiz kısıtlı olsun, birbirinize arzularınızı söylemediğiniz gibi, cinsel isteğinizi de belirtmeyin.

13. Fiziksel temasınızı mümkün olduğunca azaltın. Cinsel birleşme dışında birbirinize sevginizi, arzunuzu belli edecek temaslardan kaçının.

14. Sevişmeye hazırlık olmadan aniden geçin. Eşinizi duygusal ve erotik olarak hazırlamayın.

15. Cinsel fantezilerinizi eşinizle paylaşmayın, bunlar arkadaş toplantılarında konuşulabilecek şeylerdir, eşler arasında konuşulması ayıptır.

16. Birbirinizi erotik olarak uyarabilecek, mesajlaşma, telefon, erotik hediyeler gibi şeylerden uzak durun, bunlar ancak ahlaksız insanların yapabileceği şeylerdir.

12 Haziran 2015 Cuma

FELSEFİ AÇIDAN PSİKİYATRİNİN TEMEL SORUNLARI: Althusser'in gözünden psikiyatri bir bilim midir?



FELSEFİ AÇIDAN PSİKİYATRİNİN TEMEL SORUNLARI


 

Dr. Doğan Şahin

İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD

Sosyal Psikiyatri Servisi

 
Bu yazıyı  13 yıl önce yazmışım.  Bazı görüşlerim değişti. Ama yazıya dokunmadım. Ulusal psikiyatri kongresinde yapmış olduğum konuşmanın metnini aynen koyuyorum.
 

GİRİŞ

Psikiyatrinin bir bilim olup olmadığına ilişkin tartışmalarda genellikle Popper'ın bakış açısı ile psikiyatriye bakılıp bilim olup olmadığı hakkında fikir oluşturulmaya çalışılır. Ben ise bu konuşmamda Althusser'in gözünden bakmaya çalışacağım. Yazının başlığı şöyle de olabilirdi:

Althusser'in gözünden psikiyatri bir bilim midir?

Felsefe Nedir?

Felsefe, en yalın tanımıyla evreni akıl yürütme yoluyla kavrama çabası olarak tanımlanabilir. Felsefe, deney ve nesne bilgisine dayanmaz, kaynağı zihindir. Felsefe tezler ileri sürerek çalışır.
 

Felsefe nasıl işler?

Bir tez biçimine bürünen her önerme dogmatiktir.

Felsefi önermeler birer tezdir, yani dogmatiktir.

Tüm bu önermelerin kendileri de felsefi tezlerdir.
 

Kesin bir biçimde, ispatlamaya (matematik ve mantık yoluyla) ve kanıtlamaya ( deneysel bilimlerin yöntemleriyle) elverişli olmayan önermeler dogmatiktir. Kesin bir biçimde doğrulanamaz veya yanlışlanamazlar.

İdeoloji

İdeolojik önermeler de dogmatiktir. İdeolojik önermeler gerçeğin taraflı (bir sınıfın, zümrenin, grubun, kişinin vs)  bir yorumlanması olduklarından doğaları gereği bilimsel önermelerden farklıdırlar.

Felsefe nelerle uğraşır?

Felsefe bilimsel pratiğin sorunlarına, bilgi üretme sürecinin sorunlarına, siyasal ve ideolojik sorunlara, bütün bu sorunlar arasındaki ilişkiler sorununa yabancı olmayan sorularla uğraşmaktadır.  Evreni ve insanı anlama çabası felsefeyi sıklıkla  köken ve son erek sorunu etrafında düşünmeye, bu da kendisini tanrı ve din sorunu etrafında tanımlamaya itmiştir

Felsefenin sorunları nelerdir?

Felsefi sorunlar bilimsel sorun değildir. Felsefe kendi sorunlarına çözümler getirebilir, bilim insanlarının sorunlarına çözüm getiremez. Felsefe bilim adına ve bilimin yerine bilimsel sorunları çözemez, felsefenin soruları bilimin sorunları değildir. Felsefe bir bilim değildir.

Felsefe bilimin işine yarar mı?

Felsefe bilimin yerine bilimin sorunlarını çözemez ancak başka türlü bir müdahalede bulunur:

Bu sorunların doğru bir biçimde ortaya konması için katkıda bulunacak tezler ileri sürer.

Bu tezler bilimsel kavramlar olmayıp felsefi kategorilerdir
 

Felsefenin günümüzdeki işlevi ne olabilir?

Felsefenin en önemli işlevi, bilim ile felsefenin ve bilim ile ideolojinin arasına ayırım çizgisi çizmektir.


Bilimin ve Bilim insanının Sorunları

Salt bilimselmiş gibi görünen sorunların arkasında, daha kapsamlı tarihsel olaylar yatar. Bilimin tarihten bağımsız bir tarihi yoktur.  Bu tez felsefe için çok daha geçerlidir.
 

Psikiyatri nedir?

Psikiyatriyi bir bilim olarak değerlendirebilmek için, psikiyatrinin tarihine bakmak gerekir. Dolayısıyla şu sorulara yanıt verilmesi gerekir:

Bu bilim dalı nasıl doğmuş, nasıl gelişmiş, nereye gelmiş ve nereye gitmektedir?

Psikiyatrinin tanımladığı, sınıflandırdığı bilgiler nasıl oluşmuş, nasıl gelişmiştir?
 

Bir bilim olarak psikiyatri

Psikiyatri kendi başına temel bir bilim değildir. Biyoloji ve Kimya başta olmak üzere çeşitli bilimlerin  uygulanma alanlarından biri olan tıbbın bir yan dalıdır. Ama aynı zamanda insan bilimlerinden önemli ölçüde etkilenmekte iç içe geçmektedir.
 

Bilim olma yolundaki psikiyatri

Psikiyatri gelişmekte olan bir bilimdir. Temel bilimlerin ve tıbbın bir uygulama alanı olmaktan, kendi başına bir bilim olma yönünde ilerlemektedir. Ama ciddi sorunları ve engelleri bulunmaktadır.

Tıp / İnsan Bilimi

İnsan bilimleri felsefi müdahalelere hatta sadece felsefe olan tezlere son derece açık bir konumdadır. İnsan bilimlerindeki metodoloji ve kuram sorunları bu boşlukları  dogmatik önermelerle doldurma eğilimine yol açmaktadır.

Psikiyatrinin doğuşu

Psikiyatri ve psikoloji hiç sorgulamadığımız dogmatik önermeler ve felsefi kategoriler üzerinde kurulmuştur.

Bilim adamlarının felsefeyi sömürmesi

1- İnsan bilimlerinde felsefenin kullanımı, daha çok bazı felsefi kategorilerin ya da bazı felsefelerin, bilimsel açıkları kapatmak için sömürülmesi biçiminde tezahür etmektedir.
 

2- Genelde bazı belirli kategorilerin ve felsefelerin kullanımı söz konusudur

(Kantçılık, Pozitivism, Fenomenoloji, Yapısalcılık yani idealist hatta spiritüalist felsefeler)

3- İnsan bilimleri tarafından sömürülen bu felsefi kategoriler ve felsefeler, gerçekte sahip olmadıkları kuramsal bir temelin eksikliğini gidermek için onun yerine kullanılan ideolojik vekillerdir.

4- İdealist felsefelerle insan bilimleri arasında kurulan bu suç ortaklığında aslında egemenlik felsefeye geçmiştir. İnsan bilimleri çağımızın pratik ideolojilerine kök salmış belirli idealist felsefelerin eğilimlerini nesnelerinde gerçekleştirdiklerini düşünen, bilim kılığına girmiş felsefeden çok da fazla bir şey değildir.

Tekrar edelim: Felsefenin bilime katkısı, bilim olanla olmayan arasındaki ayırıcı çizgiye ışık tutmak olmalıdır.

 Günümüz Psikiyatrisinin Sorunları

Kuramdan kaçmaya çalışan çağdaş psikiyatri pozitivizmin ve amprisizmin batağına,  yani felsefenin kucağına düşmüştür.  Hastalıkları istatistiklerden yola çıkarak tanımlıyor, ölçeklerle saptıyor ve insanı ölçeklerin saptayabildiği bir düzeyde kavramayı kabul ediyoruz.

Kullandığımız araçlar felsefeden aldığımız kavramlara dayanıyor

Kuramdan kaçtıkça belirtiler ve tanımlar ön plana çıkıyor, ama belirtilerin ve onların tanımlarının ne denli ağır sorunları olduğunu görmezlikten geliyoruz 

 Bu hastalığa nasıl yakalandık?

Karl Jaspers 1913 : Genel Psikopatoloji

Jaspers günündeki biyolojik yaklaşımla, psikanaliz arasındaki kargaşaya bir son vermek amacıyla zihin hakkındaki kuramların tümünü dışlayarak zihni betimlemede kullanılabilecek kavramları geliştirmeyi görev edindi.

Çünkü bedensel belirtilerin betimlenmesine dayalı tıp oldukça ilerlemiş ve gözle görülür bir gelişme kaydetmişti.

O’ da psikiyatri de aynı şeyi (medikal model) yapmaya koyuldu.

 “ Geleneksel kuramlara, beyin süreçleri hakkındaki psikolojik kurgulara ve maddeci söylencelere itibar etmemeliyiz”.

“ Fenomenolojinin zihinsel fenomenlerin nasıl oluştuğu sorusuyla herhangi bir ilişkisi yoktur”.

Kuramdan kaçış nasıl sorusundan kaçışla başlar ve nasıl sorusundan kaçış bilimin salt betimleyici düzeye indirgenmesiyle sonuçlanır.

Çağdaş psikiyatrinin nasıl buraya geldiğini anlamak için DSM ve Jaspers ortaklıklarını görelim

Jaspers’in yapmaya çalıştığı şey kendi içinde ağır bir tutarsızlık içeriyordu.

Her türlü kuramdan uzak durmak ve sadece olguları betimlemek, bilimsel kavramlar olmadan nasıl gerçekleştirilecekti?  Bu sorunu fenomenolojik çözümleme olarak adlandırdığı bir yöntemle aşmaya çalıştı.

“Fenomenolojinin görevi hastalarca gerçek olarak yaşanan zihinsel durumları açıkça anlaşılır kılmak, sahip olabilecekleri ortak yönleri görmek, onları ayırmak ve ayırt etmek ve değişmeyen terimlerle ifade etmektir.  “ Her şeyden önce her algının duyumlar denen son öğelerine ayrıştırılabileceği şeklinde eski ve yaygın bir bilgi vardır.” “Duyumlar evrendeki en yalın şeylerdir ve birincil (dış uyarılara bağlı) ve ikincil ( dış uyarıcılara bağlı olmayan) olarak ikiye ayrılır.”

 “Algının bir başka zorunlu niteliği olarak uzaysal ve zamansal niteliklerinden söz edebiliriz”

Bilimsel kuramlardan tam olarak kurtulma çabası onu felsefi kavramları kullanmaya yöneltti. Daha çok Kant biraz Husserl hatta giderek spritualizm...

Kant’ın epistemolojiye ilişkin görüşleri şöyledir:

Bilgilerimiz duyumlardan gelen evrensel nitelikli çeşitliliği birleştiren anlığın edimleridir.

Duyarlılığımız ise iki kaynaktan beslenir; biri iç duyumlar diğeri dış duyumlar. Dış duyumun biçimi uzay iç duyumun biçimi zamandır. 

Sonuçta; bu çözümü imkansız problemi bilimin kavramlarından felsefenin kavramlarına geçerek halletmeye çalıştı.

Oysa kuramdan kaçış bizi ya indirgemeciliğe ya da felsefeye götürür.

Aynı şeyler çoğu kez farklı terimlerle ve çoğu vakada son derece bulanık bir biçimde tartışılmaktaydı. Sanki farklı diller konuşuluyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkmıştı. Psikiyatrik araştırma kapsamına giren her şeyi birleştirecek genel ve bilimsel bir psikiyatri anlayışı yok gibi görünüyordu.

 
DSM
Örneğin birçok kimse fobik bozuklukların iç çatışmaları bilinçdışında tutan savunma mekanizmalarının kırılmasıyla açığa çıkan bunaltının yer değiştirmesini temsil ettiğine inanmaktadır. Diğerleri fobileri koşullanmış bunaltıya karşı öğrenilmiş kaçınma tepkileri temelinde açıklamaktadır. Ama başkaları da belirli fobilerin ayrılık bunaltısına aracılık eden biyolojik sistemlerindeki bir bozukluğun sonucu olduğuna inanmaktadır.
 

Jaspers’ in daha sonraki dönemi

Sınır durumlarda ya hiçlik kendini gösterir ya da hepsinin üstünde, gerçekten yitmekte olan bir dünya varlığının bulunduğu sezilir.

Kuşkulanma, dünyada olanaklı olan, kendi nesnel gerçekliği ile evrenin ötesini gösteren, bir gösterge olur.

Felsefe yapmanın kaynağı bir varlık karşısında şaşkınlık duyma, kuşku ve yitmişliğin bilincine varmadır.

Felsefenin ereği varlığın kavranmasıdır.

Varlık nedir?- Kuşatıcı varlıktır.

Kuşatıcı varlık nedir? -Her nesnenin özünde bulunan Tanrı

 
Kuşatıcı varlık, her zaman düşünülmüş olmanın içinde kendini önceden gösterir. Karşımızda olan her nesneyi içeren varlıktır.

Gövdem tatlı bir uykudan uyanır da kendime gelirsem olağanüstü bir güzellik görürüm. En kesin biçimde, daha yüksek ve daha canlı bir evrenle bağlantılı olduğuma inanır, içimde görkemli bir yaşamın bulunduğunu, Tanrı’yla birliğe ulaştığımı daha güçlü bir nitelikte duyar, etkilenirim”

 

Kant ve yeni Kantçılık

Kant, insan zihnine, duyumlardan gelen karmaşık izlenimleri düzenleyip sistemli bir görünüş haline sokma yetisini veriyor. Dolayısıyla zihnin bilgisi nesnenin bilgisi olmaktan çıkıyor, zihnin bilgisi oluyor. Böylece bilgimiz nesnel dünyanın bilgisi değil, onun bir görünüşü haline dönüşmüş oluyor.  Kant her türlü bilgimizin deneyle başladığını söylerken, hemen ardından “herşeyi, hatta deneyi de düzenleyen a priori temel ilkeler vardır der. Bunları zorunlu ve mutlak ilkelerdir ve aynı zamanda evrenseldirler, yani her zaman her yerde geçerlidirler der.  A priori temel ilkeler olarak daha önce de söz ettiğimiz, Uzay ve  Zaman yanında, Töz, Nedensellik ilkelerinden söz eder.

Kant başlangıçta Leibnz’e yakınken Newton fiziğinin başarıları  karşısında bunlardan etkilenmiştir.

Kant- Newton

Newton fiziğinin  temeli uzay ve zamanın mutlaklığına dayanır.  Sonra da bu fiziğin temel ilkeleri olarak maddenin(tözün) değişmezliği ile nedensellik bağının sağlamlığıdır.

Töz, evrenin devamlılığını sağlayan ilke olurken, nedensellik de onun yasalarının ilkesi görevini üstlenmiştir.  Kant, Newton fiziğinin ilkelerini aklın değişmez ilkeleri olarak almış ve bunları bilime buyuran, emir veren mutlak ilkeler haline sokmuştur.

Newton uzay ve zamanı mutlaklıklarından dolayı Tanrının duyumları ( sensorium dei) olarak yorumlamıştı.

Newton’un sistemi kendi çekim güçleriyle birbirleriyle bağıntı halinde olan başka bir deyişle doğa üstü bir gücü gerektirmeyen bir sistemdi.  Ama Tanrı’nın izini aramadan onu göstermeden edemeyen Newton bilimden felsefeye ve teolojiye atlamış, uzay ve zamanı tanrının görünümleri olarak yorumlamıştı.

Bu ilkelerin bugünkü durumu nedir:

Uzayın mutlaklığı: Newton kuramını 2 bin yıldır sarsılmayan Öklid geometrisi üzerine kurmuştu. Oysa Öklid geometrisi “gökle” bir olmuştur.

Zamanın mutlaklığı: Einstein zamanın mutlak olmadığını hem kuramsal hem de deneysel olarak gösterdi.

Nedensellik: Zorunlu neden sonuç ilişkileri kimyada, çekirdek fiziğinde  dahi geçerli değildir. Olan şeyler bazan kuvvetli bazan zayıf olasılıklardan ibarettir.

Aynı şey psikiyatri için çok daha geçerlidir. Psikanalizin de temel ilkelerinden biri olan nedensellik artık eski anlamıyla yorumlanmamalıdır.

Yeni Kantçılık

Kant’tan sonra gelen Alman Felsefecileri Kant’ın aralarında dinamik bir ilişki kurduğu dış dünya ile zihnin temel kavramları arasına zihnin kavramları yönünde tercih yaparak,  insan zihnini evrenin yaratıcısı konumuna getirdiler.  Kant’ın felsefesi de son tahlilde bu noktaya gelse de en azından bir denge çabası vardır.

DSM’nin (Jaspers’in) Fenomenolojisine karşı yeni çabalar bulunmaktadır. Sözgelimi

OP Wiggins, MA Schwartz ve  G Northoff,  şizofreninin başlangıç evreleri için Husserlci bir fenomenolojiye doğru isimli bir makale yayınlamışlardır. Bu makalede şöyle denmektedir:  “Edmund Husserl’in fenomenolojisinden hareketle  şizofrenik yaşantıların altında yatan özelliklere açıklık getirmeye çalışacağız”..

Husserl’in fenomenolojisi zihnin oluşturucu işlevselliğine öncelik verir. Husserl’e göre zihinsel yaşam hem evreni, hem de evrenin bir parçası olarak kendisini oluşturur. Oluşturulan bu nesneler, evren ve evrene ait kendilik hep daha temel bir şeye, kendilerine anlam ve varlık veren oluşturucu bir özneye bağlıdırlar. Husserl’in felsefesi bu şekilde şizofreninin erken dönemini bu oluşturucu öznenin köklü bir örselenişi olarak görmemize olanak verir. 

Şizofreni Üzerine Kant Felsefesi
Kant da tıpkı DSM sistemi gibi tanısal bir sınıflama sistemi önermişti (Antropolji İçin Pratik Yaklaşım).  Akıl hastalığının bircik genel özelliği herkes için ortak olan düşüncelerle ilgili bir anlayış kaybı ve bunun yerini düşüncelerle ilgili kendine özgü bir anlayışın almasıdır.

            

Kant’ın yaptığı sınıflama şu şekildeydi:

Zihinsel Zayıflıklar

Ahmaklık

Aymazlık

Aptallık

Züppelik

Şaşkınlık

Sallapatilik

Zihinsel Bozukluklar

Spitzer şöyle demektedir: “Kant’ın trassendental özne kuramı, başka türlü birbiriyle ilişkili görülemeyecek çeşitli şizofrenik fenomenleri anlama yönünden işe yarar bir çerçeve oluşturmaktadır.” En iyisi felsefeciler psikiyatr ya da  terapist olsunlar.

 

Psikiyatri Bir Bilim Olmalıdır

Psikiyatrinin temel sorunlarına karşı bilim adamları şu tutumları benimseyebilir

1. İşine bakmak

2. Bilimin sınırlarından, yetersizliğinden bahsetmek, bilimsel bilginin değersizliğinden söz etmek

3. Bilimin kurtuluşu için doğru felsefeyi bulmaya çalışmak,

İkinci ve üçüncü seçeneklerin bir dizi örneğini görebiliyoruz.

İlk örneği üzerinde birkaç söz daha söylemem gerekiyor;

İşine bakmak ama at gözlükleriyle değil,

Psikiyatrinin toplumsal, tarihsel, ekonomik, siyasi etkilenmelerini görebilmek,

Psikiyatriden felsefeyi ayıklamak,

Psikiyatriden ideolojiyi ayıklamak,

Bilimsel pratiğin felsefe ve ideolojilerden etkilenmeye açık oluşunu akıldan çıkarmamak,

Bilimsel yöntemlerle çalışmak,

Spekulasyon veya belletilmiş bilgilerle değil araştırmalarla bilgi aramak,

İndirgemecilikten, birleştiriliciğe geçmek,

Dinamik-Kognitif-Davranışçı Terapi sentezine doğru ve

Davranış nörolojisiyle insan psikolojisinin sentezine doğru çaba göstermek.

 

Sonsöz

Eski felsefe hep bilginin sarsılmaz temellerini aradı, evren ve insan hakkında en mutlak bilgilere ulaşmaya çalıştı. Her şeyi açıklayacak sistemler kurmaya çalıştı. Muazzam, etkileyici sistemler kurdu.

Ancak bunlar hayal kurma yetisi ve yaratıcılığı yüksek dehaların kavramlarla inşa ettikleri iskambil kağıdından şatolardır. 

En sonsöz

Bilimsel yöntemlerle elde edilmiş en küçük bir bilgi kırıntısı- bir kuramla bağlantılı olmak kaydıyla- en büyük filozofun zihninde kurduğu en yüce kategoriden daha anlamlıdır.

 

 

 

KAYNAKLAR

1. Spitzer M. Niçin felsefe? Felsefe ve Psikopatoloji içinde. Ed: M Spitzer, BA Maher. Çev: Ö. Karaçam. Gendaş Yayınları, İstanbul, 1998; 21-49

2. Leff J. Yeni bir psikiyatri. Bir Bilim Olarak Psikiyatri içinde. Ed: E Göka, K Sayar. Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992; 3-6

3. Frosch J. Normal-anormal, ruhsal sağlık- ruhsal hastalık. Bir Bilim Olarak Psikiyatri içinde. Ed: E Göka, K Sayar. Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992;33-56

4. Althusser L. Felsefe ve Bilim Adamlarının "Kendiliğinden" Felsefesi.  Çev:  Ö. Sezgin.  Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984

 

 

7 Mart 2015 Cumartesi

ÜÇ ÖYKÜ ÜZERİNDEN MERHAMETİN PSİKODİNAMİKLERİ



 

ÜÇ ÖYKÜ ÜZERİNDEN MERHAMETİN PSİKODİNAMİKLERİ 

Doğan Şahin

 
I-GARİP DAYININ ÖYKÜSÜ

Bize ilk geldiklerinde sanırım on-on bir yaşlarındaydım. Altmış yaşlarında evli bir adamdı. Kendisi gibi, sessiz, sakin bir karısı ve bizim yaşlarımızda çocukları vardı. Arapgir’de otururduk ve babamın konumu dolayısıyla bize çok köylü gelirdi. Köylüler genellikle mahcup, çekingen olurlardı ya da şehre geldiklerinde öyle davranırlardı ama bu adam bir başkaydı. Uzaklara, görmediğim bir yerlere bakıyordu. Sanki tam olarak olduğu yerde değildi, başka bir yerde daha bulunuyormuş gibiydi.
Sonra gene geldiler, aklımda kalmıştı adam. Babama sordum, “Bu adamın neyi var?” diye.

O zaman öğrendim, Ermeni tehciri sırasında bütün ailesi öldürülmüş.   4-5 yaşlarında bir çocukmuş o zaman. Çocuğu olmayan bir köylü almış, köyüne götürmüş. Ne idiyse adı, unutmuşlar ya da öğrenmemişler bile. Adını Garip koymuşlar. Müslüman olarak yetiştirmişler. Biraz büyüyünce köyün hayvanlarını otlatmaya başlamışlar. Çoban olmuş yani. Dağlarda, koyunların ardında dolanıp durmuş. Sonra aynı köyden yoksul ve öksüz bir Türk kızıyla evlendirmişler. Çocukları olmuş, yaşayıp gidiyorlardı.

Ermeni meselesini ilk o zaman duydum. Oysa Arapgirliydim.  Biz ortaokula giderken (1970-1973) aşağı yukarı 10 kadar Ermeni ailesi vardı. Komşularımız vardı, esnaflar vardı. Ayakkabıcı Yeznik Amca, kuyumcu Sarkis Amca, basmacı Artin Amca vardı.

Bize derlerdi ki Arapgir’in Birinci Dünya Savaşı öncesi 30-40 bin nüfusu vardı. O yıllarda nüfus 6-7 bin gibi bir şeydi. Ben sanırdım ki, bu kadar insan Yemen’de, Trablusgarp’ta savaşta ölmüş.

Babam 1911, babamın babası 1888, annemin babası 1900 doğumluydu. Onlardan şunu öğrendim. Arapgir’den en az on bin Ermeni toplanmış. Annemin babası şöyle anlatırdı: Ermeniler sormuşlar  “Nereye götürüyorsunuz bizi?” Askerler,  “Murat Paşa’ya götürüyoruz” demişler. Murat’a yani, Fırat’ın büyük koluna. Dedem derdi ki, Fırat günlerce kan aktı.

Başka köylerde de böyle çocukların alınıp büyütülmüş olduğunu öğrendim, ama çoğu kız çocuğuymuş. Ergen kızlar, gelinlik çağında kızlarmış. Evlenmek için götürülmüşler. Kimi kendisi evlenmiş, kimi de oğluna gelin götürmüş.

Hep düşünürdüm, o çocuklar nasıl yaşamışlardır. Özellikle büyük olanlar; ailelerini öldüren insanların karısı olmak, onların çocuğunu doğurmak nasıl hissettirmiştir diye. Kardeşlerinin, analarının, babalarının, akrabalarının yasını nasıl yaşamışlardır. Daha doğrusu nasıl yaşamışlardır, nasıl öldürmemişlerdir kendilerini?

İnsan hakkında, iç dünyası hakkında o zaman düşünmeye başlamıştım. Hala da düşünürüm. Bir şey anlamam. İnsanın ne zalimlikteki ölçüsüzlüğünü ne de zulme bu denli dayanabilmesini anlayamam.
Ama en çok da hep kendini aklayabilmesini, hatalarını suçlarını unutmasını ve yaptığı kötülüklerden, verdiği acılardan utanmamasını anlayamam.

Benden merhamet konusunda bir yazı yazmam istendiğinde Ermenilere yapılanları yazmak istedim. Yukarıda anlattığım hikâyeyi anımsadım.

II-DEDELERİMİN ÖYKÜSÜ

Sonra bana bunları anlatan annemin babasını düşündüm. Bana Ermenilerin başına gelenleri, üzülerek, içi yanarak anlatan dedem, bu büyük zulme karşı hiçbir şey yapmamıştı. Annemin babası bir köylü idi, kendi halinde bir çiftçiydi yani. Pek bir şey yapması mümkün de değildi belki, ama bu acı gerçeği unutmuş, hayatına devam etmişti. Başkaları gibi o da bu meseleyi bir sır olarak saklamış, pek konuşmamıştı.
 
Diğer dedem, babamın babası daha güçlü biriydi, bir toprak ağasıydı. Babamın dedesi, yani babaannemin babası ise yörenin en büyük aşiretinin, Atma aşiretinin reisiydi ve nahiye müdürüydü. Geçen sene bir web sitesinde okuduğuma göre Ermeniler aralarında temsilci seçip, büyük dedeme bu göç ettirilme kararını durdurması için başvurmuşlar. Ama dedem, gidip valiyle konuştuktan sonra, yapabileceği bir şeyin olmadığını, göç ettirilme emrinin hükümetten geldiğini, kendisinin durduramayacağını bildirmiş. Bunu okuyunca şunu sordum kendime, acaba ne kadar ısrarcı oldu, mesela bir şey yapmayacaklarına dair kefil oldu mu? Teminatlar verdi mi? Yoksa talepleri iletip, ne dendiyse tamam mı dedi? Bunun sadece bir göç ettirilme olacağını mı düşünüyordu, ona ne denmişti? Başka ne yapılabilirdi?

Acaba dedem canından korktuğu için mi bir şey yapmadı diye de düşündüm ama gene geçen sene Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşunu okurken, Maraş işgal edilince Anadolu ve Rumeli Mudafai Hukuk Cemiyeti’nden dedeme telgraf çekilip yardım istendiğini onun da aşağıdaki telgraftan da anlaşılacağı üzere canından çekinmeden yardıma gittiğini öğrendim.

Faziletli Efendim Hazretlerine, Sevgili vatanımızın aksam-ı mübarakesinden Maraş’ın medeniyet barbarları tarafindan tahrip ve nüfus-u İslamiyenin katli ve imhasıyla…Zuhur-u mektubunuzdan anlaşılmıstır. Bu hal karşısında Maraş daru’l-cihadına koşmak farz olduğu şüphesizdir. Söz bir tarafa bırakılmalı derhal faaliyete geçmeliyiz…Bu civarda bulunan aşiret halkı ve eli silah tutanlar canını esirgemez. Bütün aşiretim feda-i cana hazırdır, erzak ve silah temin ediniz……..”

“Atma Aşireti Reisi Çıplakzade Battal.”

Demek ki dedem canından çekindiği için değil, ya olacakları öngöremediği için ya da hükümet tarafından kötü bir şey yapılmayacağına, bunun bir güvenlik önlemi olduğuna inandırıldığı için bir şey yapmamıştı. Ya da hükümete hak vermişti.

Ben olsam acaba baktım ki hükümet bu kararı uygulayacak, canımı tehlikeye atıp insanları kurtarmaya çalışır mıydım? Ya da “öleceksek beraber ölelim” der miydim? Hz. Hüseyin olsaydı, Pir Sultan olsaydı, Deniz Gezmiş olsaydı ne yapardı? Kaç kişi acaba kendi ahlakı böyle bir şeye tanık olmayı kabul etmeyeceği için ölmeye razı olurdu?

Belki de Maraş’a gitmeye karar verirken de Ermenilerin sürülmesine karşı bir şey yapmamaya karar verirken de ölüm tehlikesine dair bir muhasebe yapmış, birinde kendi dindaşları söz konusu olduğu için ölüm riskini daha kolay göze alırken diğerinde göze alacak bir aidiyet duygusu hissetmemiştir. Belki Fransızlara karşı savaşmayı kendi varlığını korumak açısından bir zorunluluk olarak görürken Ermenilere korumak için savaşmakta kendisi veya aşireti ya da milleti için bir ölüm kalım meselesi olarak değerlendirmemişti. Be

Annemin babasına dönecek olursam, ben sorana kadar kimseye anlatmamıştı belki ben sormasam konuşmayacaktı da. Bir önceki kuşak yaşananları biliyor ama bize aktarmıyorlardı.  O yaşıma kadar başkasından da duymamıştım bunları, sonra birçok kişiden birçok hikâye dinledim ama normalde üstü örtülmüş, kapatılmış, bir sır olarak saklanmıştı.

Dedem iyi bir insandı, merhametliydi. Gençken ceviz ağacından düşmüş ve iki bacağı felç olmuştu, ellerini kullanarak hareket eder, yürüyemezdi. Arıcılık yapardı. Yeni kovandan ayrılmış, kızgın deli oğulları bile eldivensiz, maskesiz, elleriyle alıp yeni kovanlara koyardı. Hiçbir arı onu sokmazdı. Doğayla, hayatla barış içinde, sevgi dolu bir insandı. Ama keklik avlardı. Çok keklik avlardı, birileri onu eşeğe bindirir, o haliyle dağa gider, nasıl avlanıyorsa bir sürü keklikle dönerdi.  Biz Arapgir’de otururduk, o köyde yaşardı ve bir sürü keklikle ziyaretimize gelirdi. Herkes gibi biz de kendisini çok sever, çok sevgi dolu bulurduk. Arılarla özel ilişkisi dolayısıyla köylüler ona kutsallık atfeder, “dede” derlerdi. 30 yıl kötürüm yaşadıktan sonra bir gün, bir çeşmenin yanında öğlen uykusuna dalmış, rüyasında Hz. Ali’yi görmüş. Rüyasında Ali ona “Kalk yürü İbrahim” demiş. Uyanmış, ayağa kalkmaya çalışmış, bakmış kalkabiliyor, sonra küçük adımlar atmayı denemiş, atıyor. Köylüler dedemin köye yürüyerek geldiğini görünce bu mucizeyi de onun Allah'ın sevgili bir kulu olmasına, Ali sevgisine bağlamışlar. 

Böyle bir insan keklikleri niye öldürürdü ki, acımaz mıydı? Gerçi o dönemde etrafta keklik veya başka eti yenen bir hayvanın avlanmasını yanlış bir şey olarak algılayan tek bir kişi yoktu. Biz de memnuniyetle yerdik, yazıktır, günahtır demeden. Şimdi biri avlanmış keklik getirse çok kötü hissederim. Demek ki, merhametin kültürel bir yanı var. Kültürle en çok etkileşen ruhsal yapımızı süperegomuz olduğuna göre ne kadar merhametli olup olmayacağımız süperegomuzun nasıl şekillenip gelişim gösterdiğine göre belirleniyor olabilir.

III-BENİM ÖYKÜM

Sene 1979 olmalı, Maraş’a ya da o dönemde yapılan başka bir katliama yakın bir zamandı. Üniversite öğrencisiyiz ve yurtta kalıyoruz. Yurt o dönemde tamamen solcuların elinde. Başka kimse kalmıyor, yurt idaresi de geri çekilmiş durumda, yurtta her şey öğrencilerin elinde. Bir gece birkaç kişi tarafından uyandırıldık. Bir durum var gelin dediler. Gittik. Yurtta kalan bir çocuk yakalamışlar. Bizim yaşlarda bir öğrenci. Ailesi de kendisi de MHP’li. Çocuğu dövmüşler. Hakkında bilgi almışlar. Defterlerine, dolabına bakmışlar. Çok aklı başında biri gibi görünmüyordu.  Ama sonuçta Maraş’ta, Çorum’da katliamlar olurken bu katliamlarda ülkü ocaklarının ve MHP’nin katılımı belli iken, gelip solcuların elindeki bir yurtta kalmak çok büyük bir risk almak demekti.  Gerçeği değerlendirmekle ilgili bir sorunu olması gerekirdi. Çocuğu iki arkadaşımla beraber grubun elinden aldık, bir odaya götürüp yatırdık. Sabaha da yolladık gitti.

Çocuğu dövmeleri bana çok merhametsizce gelmişti. Yaklaşık bin kişinin kaldığı bir yurtta tek başına bir çocuk.  Evet, kalanların güvenliği için yurtta kalması uygun olmayabilirdi ama dövülmesi, işkence edilmesi, konuşturulması? Bunların olmaması gerekirdi. Kimsenin kimseyi itip kakmayacağı, aşağılamayacağı, eziyet etmeyeceği bir dünya kurma hayali olan insanların, o dünyayı kurarken de kimseye eziyet etmemesi gerekmez miydi? Neydi insan haklarına duyarlı olması beklenen gençlerin, öfke ve kinle o kadar merhametsizce davranmalarına neden olan şey?

Kin, intikam ve düşmanlık duygusu merhametin ortaya çıkmasını engelliyor olsa gerek. İnsanlar karşı tarafta gördüklerine, düşman bellediklerine zulüm edebiliyorlar veya gösterilen zulmü hoş görüyorlar. Demek ki merhamet, karşı tarafı nasıl algıladığımızla da ilgili bir duygu. Kötü ve zararlı olarak algılıyorsak, bize ve sevdiklerimize kötülük edenlerden olduğunu düşünüyorsak, merhamet duygumuz ortaya çıkmıyor. Bir insanı sırf kötü olarak algılamak, onun içindeki insani yanları ihmal etmeyi gerektirdiğine göre, hiç merhamet duymadan zulüm edebiliyorsak, bu en azından bu durumda bölme mekanizmasını kullandığımızı gösterir. Bu da kimlik bütünlüğümüzün olmadığını ya da kırılgan olduğunu düşündürür.

IV-KISSALARDAN HİSSELER

Sanırım en az iki türlü merhamet var. Birincisi mazlumla yapılan özdeşleşme dolayısıyla hissedilen acı ve bu acıyı dindirmek için bir şey yapma isteği. Bu durumda mazlumla özdeşleşip acı çekiliyor ve zalime kızgınlık ve öfke duyuluyor. Belki bu öfke ileride, zalim olarak algılanan birilerine zulüm etmeye neden oluyor. Ama zulüm yapmaya dönüştüğünde gene saldırganla özdeşimin bir çeşidi meydana gelmiş oluyor. Mesela yukarıda anlattığım yurt hadisesindeki şiddet bunun bir örneği olabilir.

İkincisi ise bu acıyı sürdürmek istemeyen egonun, saldırganla özdeşleşip, mazlumu suçlayarak acıdan kaçması ile başlıyor. Birçok insan bu tutumu sorunsuz bir şekilde ilelebet sürdürüyor. Bunun çok örneği var. Ağır ve dermansız bir hastalığa yakalanan birine kızarız, çünkü üzülmemize yol açar ve bizi çaresiz bırakır. Ayrıca onu kaybetmekten de korkarız, yani bizi korkuttuğu için de kızarız. Yani üzüldüğümüz ve korktuğumuz için kızarız, anlayamadığımız için değil. Onu suçlarız, niye sağlığına dikkat etmedin ya da neden sigara içtin ya da iyi beslenmedin diye. Ya da işkence gören yakınımıza kızarız, elimizden bir şey gelmediği ve çok üzüldüğümüz ve belki çok korktuğumuz için sonunda ona kızmaya başlarız, “Niye bu işlere bulaşıyorsun?” diye. Büyük bir kuvvet, zayıf bir şeyi çaresizliğin içine ittiğinde elimizden bir şey gelmiyorsa ve güçlü olandan çekiniyorsak, korkuyorsak genellikle zayıf olana kızarız. Bir yanıyla saldırganla özdeşleşmedir. Saldırgan ama güçlü olanla özdeşleşme.

Ama daha örgütlü daha gelişmiş süperegosu olanlarda, ahlaki gelişimi daha yüksek olanlarda egonun bu çözümü kullanması süperegonun, egoyu suçlu hissettirmesine yol açar. Son aşamada ego, işlemi tersine çevirip, mazluma yönelik duygusunu merhamete dönüştürür.

Freud ise merhamet duygusunun oluşumunda başka bir reaksiyon formasyondan (karşıt tepki oluşturma) bahsediyor, daha iyi durumda olmaktan duyduğumuz sevincin reaksiyon formasyonundan. Bazı kişilerde, bazen mazluma yönelik merhamet hissinde bu reaksiyon formasyonun da rolü olabilir ama ben farklı biçimlerde oluştuğunu düşünüyorum.

Bu demek ki kötü durumda olanla, acı çekenle yapılan özdeşleşme ve empatiye dayanan merhamet için egonun acı çekebilme kapasitesinin yüksek olması gerekiyor

Egonun acı çekme ve yas tutabilme kapasitesi yanında ve belki aynı zamanda ego idealinin egoyu desteklemesi de bu ilk merhamet halinin sürdürülmesine katkıda bulunuyor olabilir. Kişinin ego ideali ne kadar başkalarına yardım etmeyi ve mazlumun yanında olmayı idealize ediyorsa, kişinin acı çekenle özdeşleşmesi daha kolay oluyor ve daha uzun sürüyor olabilir. Yani bir insanın idealize ettiği kişiler Hz. Hüseyin gibi, Pir Sultan gibi, Deniz Gezmiş gibi mazlum ama cesur insanlarsa merhamet tarafında kalması daha mümkün olabilir. Öte yandan idealize ettiği ve özdeşleştiği kişiler Yavuz gibi, Cengiz Han gibi merhametsiz olabilen ya da o özellikleri ile idealize edilen kişilerse belki mazlumun halini görmekte ve onlarla özdeşim kurmakta zorlanacaklardır.

Merhametle ilgili bir diğer mesele de bizim üzmek durumunda kaldığımız birine karşı ne kadar bencilce ya da özgeci davrandığımızdır. Birçok durumda istemediğimiz için yapmadığımız bir şey dolayısıyla üzülen insanlar olur. Mesela özlemediğimiz birinin, bizi çok özlemiş olduğunu anladığımızda onunla görüşmeyi kabul edip etmememizle ilgili şu olasılıklar söz konusu olabilir.

1)    Daha önce çok özlediğimizi biri ile o istemediği ya da ulaşamadığımızı için görüşememiş ve bundan acı çekmiş olabiliriz. Birinin bizim çektiğimiz acıyı çekmesi bizde eski acıları canlandırdığından, ona da bu acıyı vermek istemez ve merhameten görüşebiliriz. Bunu yaparken aynı zamanda o vakitler bizi üzdüğü için kızdığımız kişi gibi “kötü” veya “zalim” değil, kendimizi iyi ve merhametli biri olarak algılamış oluruz.

2)    Daha önce benzer bir deneyim yaşadığımız için başkaları da yaşasın isteyebiliriz ve hatta belki özellikle başkalarının da başına gelmesinden memnun olabiliriz.  Kendi çektiğimiz acının başkalarınca da çekilmesi yaşadığımız acıyı azaltabilir. Vaktinde bize karşı “merhametsizce” davranmış kişi gibi davranmak bir çeşit saldırganla özdeşleşme, onun yaptığını tekrarlama, onun safına geçme halidir. O zaman hissettiğimiz zayıflığı hissetmeye gerek yoktur çünkü biz de artık güçlüyüzdür.

 SONUÇ

Kohlberg’in, ahlaki gelişimle ilgili önerdiği basamaklardan esinlenerek ben de özellikle başkaları ile ilişkiler ve merhamet eksenli yeni bir ahlaki düzey şeması öneriyorum.

  1. En ilkel düzeyde ahlak sahibi olanlar için belki tarihteki ilk etik kural, durduk yerde kimseye zarar vermemek gerektiğini kabul etmektir. “Bir çıkarın yoksa mesela malını elinden almak, yağmalamak için yapmıyorsan, sırf zevk olsun diye kimseye zarar verme, öldürme.”
  2. İkinci düzey, herhangi bir nedenle birini öldürmeyi reddetmektir. “Her hangi bir çıkar elde etmek için birini öldürmen gerekiyorsa, bu çıkarından vazgeç.”
  3. Üçüncü düzey, sadece öldürmemeyi değil, ne amaç olursa olsun kimseye zalimce davranmamak gerektiğini kabul etmektir. “Önemli de olsa hiç bir amacın için kimseye zulüm etmeyeceksin.”
  4. Dördüncü düzey, eylemlerinin başkalarına duygusal ya da maddi bir zarar verip vermediğine özen gösterme düzeyidir. “Bir çıkarın söz konusu ise bunun başkalarına zarar verip vermediğine dikkat edeceksin”
  5. Beşinci düzey, toplumsal yararları, kendi çıkarlarından üstün görme düzeyidir.  “Toplumun çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün bileceksin”
  6. Altıncı düzey, insanlığın çıkarlarını, ulusal çıkarlardan üstün görme düzeyidir. “İnsanlığın genel çıkarı ile bağdaşmıyorsa ulusal çıkarlarından vazgeçebileceksin”
  7. Yedinci düzey, başkalarını korumak ve ahlaki ilkeler için kendi canından vazgeçebilme düzeyidir. “İnsanlığın geleceği için, başkaları zarar görmesin, ölmesinler diye kendi canından dahi vazgeçebileceksin”

Bugün ikinci ile üçüncü düzey arasında olduğumuzu, en ilkel evre olan birinci evreye hatta bundan da gerisi olan tümden ahlak dışı olma evresine (istediğin gibi davranabilirsin) geri dönüş açısından ciddi bir riskin söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Geleceğimiz, başkalarına, bizden olmayanlara, azınlıklara, zayıflara yapılanlara karşı nasıl bir tutum aldığımız, hangi tutumların toplumsal norm olması için çabaladığımıza göre belirlenecektir.

 

 

KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR

HEDEFİNİ ŞAŞIRMIŞ BİR İSYANIN ÜRÜNÜ OLARAK KOMPLOCU PARANOİD GRUPLAR Doğan Şahin   GİRİŞ Bu yazıda son yıllarda giderek artan her şe...