HERKESİ YAŞATMAK İÇİN ÇIRPINAN BİRİ NEDEN ÖLÜMÜ TERCİH EDER?
Bu yazıyı yazmadan evvel birkaç arkadaşıma hayatlarında
yaptıkları en önemli tercihin neye dair olduğunu sordum. Çoğu hayatını
etkileyen en önemli tercihin evlenmek ya da ayrılmakla ilgili olduğunu söyledi. Neden biriyle evlenmenin ya da birinden
ayrılmanın bu kadar önemli olduğuna, bunun bir tercih meselesi mi, kişisel
tarihimizin ve dolayısıyla dinamiklerimizin belirlediği bir durum mu olduğuna
dair bir yazı yazabileceğimi düşündüm.
Ama sonra başka bir şey oldu. Bir meslektaşımız
öldürüldü. Ve bugün okulumuzdan 450 kişi
mezun oldu. Bundan sonraki hayatlarını
hekim olarak geçirecekler. İnsan neden hekim olmayı seçer ya da insan neden
katil olmayı seçer. Bunların ne kadar tercih ne kadar zorunluluk olabileceğine
dair bir yazı mı yazsam diye düşündüm.
Tercih konusunda yazacağım yazı için bir tercih yapmam
gerekiyordu. Çeşitli seçenekler arasında bir seçim yapmakta oldukça kararsız
kaldım. Sadece konu olarak değil, ele alacağım konuyu ele alma biçimi açısından
çok sayıda seçenek arasında gittim geldim.
Sonunda yazıyı teslim etme günü gelip çatınca, Sevgili Emin Önder’den de
klasik “yazıyı bekliyorum” mesajı gelince oturup yazmaya karar verdim. Acaba yazıyı bitirdiğimde bir karara varmış
olabilecek miyim? Bir karara varırsam, bir tercihte bulunursam bunun
belirleyicileri neler olacak? Böyle düşünmeye başladığımda kendi meslek
alanımdan uzaklaşmış ve meseleyi felsefi açıdan ele almaya başlamış
hissediyorum ki bu da hiç hoşuma gitmiyor.
Psikolojinin sınırları içinde kalarak yazmak istiyorum ama
psikiyatri veya psikoloji biliminin tercihle ilgili yeterli bilgi birikimi var
mı ki? Benim bildiğim kadarıyla yok ve bu da beni gene felsefeden yardım almak zorunda
bırakıyor. Böyle durumlarda en rahatı edebiyata sığınmaktır. Bilinçli olarak ne
demek istediğinizi çok iyi kurgulamadan, doğru çözümlemeler yapmadan, kendinizi
kontrollü bir gerileme bırakırsanız, sizden daha akıllı ve organize olan
bilinçdışınız, başkaları tarafından da aynı yolla kavranacak sembolik bir kurgu
kuracaktır. Ben de öyle yapacağım ve bir insan neden hekimliği seçer ve yaptığı
bu seçim kendisini nasıl ölüme götürür sorusunu 3 yıl önce kaybettiğimiz
meslektaşımız Sevgili Melike Erdem’in kısa yaşam öyküsü üzerinden anlatmaya
çalışacağım.
Hekimlik gerek çalışma yaşamındaki olağanüstü zorluklar, sık
sık yaşanan hakaret ve fiziksel şiddete maruz kalma ve tüm bunlar karşılığında tatminkâr
olmayan bir gelire razı olmak anlamına gelmeye başlamış olsa da hala birçok
oldukça zeki ve çalışkan genç insan için en çekici mesleklerden biridir.
Hekime yönelik şiddetin tırmanmasında bu alanda çalışan
tecrübeli meslektaşlarımız iki şey söylüyorlar, hekimlere yönelik, aşağılayıcı,
suçlayıcı ve itibarsızlaştırıcı söylemlerin artışı ve sağlıkta dönüşümün
getirdiği çok kısa sürede, çok sayıda hastaya bakmak zorunda kalınması.
Hekimler ve sağlık çalışanları son on yıldır çok büyük bir
dayatma ve baskı ile karşı karşıya olmalarına karşın buna ciddi bir karşı koyuş
sergileyemediler. Mücadele şurada dursun, derdini hekim olmayan bir kişiye dahi
anlatabilmiş değiller. Karşımızdaki dayatmacı ve Nuh deyip peygamber demeyen
sağlam irade, hekimleri dilsiz etmiş durumda. Hekim örgütleri ve odalar başka
daha büyük siyasi konularla uğraştıklarından, bu konuya ne yeterli ilgi
gösterebiliyor ne de ciddi bir mücadele sergileyebiliyorlar. Böyle yaptıkları
için de giderek hekimlerin odaya olan güvenini ve desteğini kaybediyorlar. Tam
bir ilgisizlik ve umutsuzluk durumu yaratmış oluyorlar.
Ama benim anlatacağım şey başkaydı.
30 Kasım 2012 tarihinde, acil tıp hekimliği asistanı Dr.
Melike Erdem, İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin 6’ncı
katından atlayarak intihar etti. Dr. Melike Erdem, bir hasta yakını tarafından
SABİM hattına yapılan şikâyet sonrasında hakkında açılan soruşturmayı takiben
intihar etmişti. Bu soruşturmaya karşı savunmasını yazdıktan hemen sonra. Şikâyet edilmesinin nedeni acil polikliniğine
nöbetçi iken, sondasının değiştirilmesi isteği ile başvuran bir hastaya,
üroloji polikliniğine başvurmasının gerektiğini söylemesiydi.
Hürriyet
gazetesindeki habere göre Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Ali Özyurt
şunları söylemişti: “Japonya’da aşırı
çalışma saatleri sonucu yaşanan intiharlara Karojisatsu adı verilir. Rahmetli
Melike Erdem ölmeden önce 48 saat nöbet tutmuştu. Ayda 15 nöbet tutuyor ve
aylık çalışma saati 160 yerine neredeyse 300 saati aşıyordu. Bu yetmezmiş gibi
gün aşırı soruşturmalar, SABİM jurnal hattından gelen aslı astarı olmayan
şikâyetlere yazılı savunlar bardağı taşıran son damla oluyor ve genç yaştaki
meslektaşlarımız tükenmişliğin zirvelerine tırmanıyor. Bazıları işini
bırakıyor. Dayanıklı olanlar ise son nefesine kadar idare etmeye çalışıyorlar.
Asistan Dr. Melike Erdem çok badireler atlattı. Ancak son SABİM onu canından
bezdirdi. Bu haksızlığa dayanamayarak elinde karaladığı SABİM savunması,
kendini boşluğa bıraktı.”
Bir psikiyatr
olarak intihar vakalarının çoğunun altında psikiyatrik bir sorun olduğunu
biliyorum. Belki Dr. Melike’nin de yaşadığı olaylardan dolayı, depresyona
girmiş olabileceğini düşündüm.
Hastaneye gidip,
asistan arkadaşlarıyla konuştum. Mesai arkadaşlarından aldığım bilgilere göre
depresyonda değildi. İntihar ettiği güne kadar mesaisini aksatmadan
çalışmalarını sürdürmüş ve herhangi bir semptom gözlenmemişti. İntihar ettiği
gün de normal göründüğünü, sadece istenen saçma soruşturmaya “Ne yazacağım buna
ben?” diye bir iki kişiye sorduğunu söylediler. Sabah seminer varmış, elinde
soruşturma yazısı ile seminere katılmış seminerden biraz sonra da intihar
etmiş.
Doktor Hanım
aslında karşıda başka bir hastanede ihtisas yapıyormuş. Orada yeterli eğitim
alamadığını düşündüğü için, daha iyi eğitim olanakları olur diye Samatya’ ya
gelmiş.
Daha sonra
ablası ve dayısı ile görüştüm.
Ablası Fulden
Hanım, bana Dr. Melike Erdem’in intihar ettiği gün yazdığı savunmanın bir
kopyasını verdi.
Meslektaşımız
savunmasında şöyle demekteydi:
“Hastanemizde Acil Tıp Asistanı olarak
çalışmaktayım. 22.11.2012 tarihinde saat 17:00 de nöbeti devraldım. İsmi geçen
hasta ve yakını saat 17:00-17:30 arasında acil servise geldi. Hastanın mevcut
şikayeti sorulduğunda hasta yakını tarafından kendilerinin göz polikliniğinden
geldiklerini, orada muayene olduğunu ayrıca prostat şikayeti nedeniyle
ürolojiden takipli olduğunu, hastası özürlü olduğundan mevcut poliklinik
saatlerinde poliklinik başvurusunun zor olduğunu, gelmişken ayda bir sonda
değişimi ve danışmak için üroloji doktoru ile görüşmek istediklerini ısrarlı
bir şekilde ifade ettiler
Özürü bulunan ve üroloji doktoru ile
görüşmek isteyen hastaya yardımcı olmak amacıyla hasta ilgili saatte üroloji
ile konsülte edildi.
Konsültasyon sonrasında hasta ve yakını
acil servise gelip mevcut durumu hakkında tekrar bilgilendirme yapmadı.”
Bu satırlar
ömrünü iyi bir hekim olmaya vakfetmiş bir meslektaşımızın son satırlarıydı.
Aradan epey
zaman geçti. Ablası, dayısı ve mesai arkadaşlarıyla
yaptığım görüşmelerden aklımda kalanları toparlamaya çalışacağım. Muhtemelen
bazı şeyleri yanlış anımsayacağım, bazı boşlukları ben tamamlayacağım. Ama
benim zihnimde oluşan yaşam öyküsünü size aktarmış olacağım. Melike’nin
öyküsünü yazmaya karar verdiğimde ablası ile telefonda konuşup, bazı sorular
yollasam yanıt verir mi diye sordum. Nezaketle karşılayıp kabul etti, ama yaşam
öyküsüne dair ayrıntılı sorularımın yanıtı gelmeden yazıyı, 2,5 sene öncesinden
aklımda kalan haliyle bitirmiş olacağım. Ablasından gelecek yanıtlara göre
meslektaşımın yaşam öyküsünü yazmak borcum olsun.
Şimdi benim
aklımda kaldığı kadarıyla kıs yaşam öyküsü:
Çocukluğundan
beri hep hekim olmak istemiş. Hekimliği, insanları iyileştirmenin, acılarını
dindirmenin bir yolu olarak görüyormuş. Hekim olmadan evvel de hep insanlara yardım
etmeye çalışır, herkesin sorunları ile ilgilenirmiş. Tıp fakültesini kazandığı
zaman çok mutlu olmuş. Hekimlik onun tek ideali, adeta hayatının anlamı imiş.
Hekim olduktan sonra da canla başla çalışır, hep daha iyi bir hekim olmak,
hastalara daha iyi yardım edebilmek için çırpınırmış.
Daha önce çalıştığı
hastanede de bir soruşturma geçirmiş. Gene bir hasta yakınının şikâyeti ile
açılan bu soruşturmada, kimi mesai arkadaşlarının ve uzmanların hakikati
anlatmak yerine kendilerini koruyacak şekilde ifade vermiş olmaları kendisini
çok üzmüş. Ablası buna çok içerlediğini, anlam veremediğini günlerce nasıl bir
hekim kendisini korumak için meslektaşının aleyhine olabilecek tarzda ifade
verebilir diye söylendiğini anlattı.
Ablasından
dinlediklerimden anladığım kadarıyla meslektaşımın zihninde ideal bir çalışma
ortamı, ideal hasta hekim ilişkileri ve ideal meslektaşlar arası bir dayanışma
arzusu ve beklentisi varmış. İstiyormuş ki kendisi hastalar için elinden geleni
yapsın, onları iyileştirebilsin ve onlar da sağlıklarına kavuşmuş ve mutlu
olarak hastaneden ayrılsınlar. Kendisi böyle canla başla çalışırken,
meslektaşları ile dayanışma ve kardeşlik içeren sıcak bir ilişkide olsunlar ve
uzmanları, şefleri büyükleri de kendilerini koruyup kollasınlar ve onlara bir
şeyler öğretebilmek için gayret içinde olsunlar.
Oysa durum hiç
böyle değildi ve giderek her şey bozuluyor, daha da kötüye gidiyordu. Artık
“doktor efendi devri” bitmişti. Hükümetin, sağlık bakanının ve başbakanın,
sağlıktaki tüm sorunların nedeni olarak doktorları göstermeleri; doktorları,
bencil, paragöz, hastalara yukarıdan bakan, saygısız insanlarmış gibi lanse
etmeye çalışmaları, doktorları hedef tahtası haline getirmişti. Hastalar en küçük
bir sorunda hekimlere saldırmaya başlamışlardı. Sağlık Bakanı sık sık hekimleri eleştiriyor,
hastaları hekimler aleyhine kışkırtıyordu. Hekimler, hemen her gün sözel
şiddete, suçlamalara maruz kalıyorlar zaman zaman fiziksel saldırı girişimleri
ya da saldırıları oluyordu. Yaralanan, ölen meslektaşlarımız oluyordu.
Melike’nin kalbindeki hekim-hasta ilişkisi bu değildi. Arzu ettiği, kendini
vakfetmek istediği meslek yaşamı ile yaşadığı şeyler tamamen zıttı.
Tedavi etmek ve
iyileştirip acılarını dindirmek için çırpındığı insanlar, kendisine
bağırabiliyor, hakaret edebiliyor, saygısızca davranabiliyorlardı. Saygısız,
hakaretamiz tutumları olan hastalar ve hasta yakınları tüm hekimleri rahatsız
ediyordu elbette ama mesleğini sadece hasta rızası için yapan Dr. Melike için
ciddi bir varoluşsal sorun yaratıyordu.
Meslektaşları
ile dayanışmayı artırmak bu gidişi durdurmak mümkün olabilir miydi?
Meslektaşımız yaşadığı bu zorlukları meslektaş dayanışması ile aşmak amacıyla
Oda çalışmalarına katılmaya başlamıştı. Belki hekimlerin örgütlü gücü bu
olumsuzlukları durdurmaya en azından azaltmaya hiç olmadı bir dayanışma
yaratmaya hizmet edebilirdi.
Odada asistan
komisyonu çalışmalarına katıldığı gibi hastanesinde de odanın bir temsilcisi
gibi çalışıyordu. Ancak soruşturma sırasında meslektaşlarının ortak dayanışma
gösterememiş olması, meslektaşlarına ve onların örgütüne yönelik inancını
azaltmıştı.
Bundan sonraki
dönemde mesleğini hakkıyla yapabilmek için belki de yurt dışına gitmenin daha
akıllıca olduğunu düşünmeye başlamıştı. Amerika’da nasıl hekimlik
yapabileceğini, ne tür sınavlara girmesi gerektiğini, orada yaşayıp
yaşayamayacağını araştırmaya başlamıştı.
İstiyordu ki
hastalarına en iyi hizmeti, en iyi koşullarda verebilsin ve gereksiz bürokratik
işlerle uğraşmasın, istediği gibi eğitim alabilsin. Ablasının deyimi ile âşık
olduğu mesleğini istediği gibi yapabilmek için yapabileceği ne varsa yapmak
istiyordu.
Yurtdışında
çalışma olanakları araştırırken, hem bir önceki soruşturmadaki tutumları
dolayısıyla meslektaşları ile kırgınlık yaşadığı hem de verilen eğitimden
memnun olmadığı için bir umut Samatya hastanesine geçebileceğini düşünmüştü.
Kendisi için uzak olsa da, ulaşım sorunları yaşayacak olsa da daha iyi bir
çalışma ortamı ve eğitim imkânı yakalayabilmek amacıyla Samatya hastanesine
tayin istemiş ve bu gerçekleşmişti.
Samatya
hastanesinde çalışmaya başlayalı daha birkaç ay olmuştu ki bu kez de üroloji
polikliniğinde yapılması gereken bir işlem için, hastayı sevk etti diye
hakkında soruşturma açılmıştı.
Üç gün elinde
soruşturma kâğıdı ile dolaştığını söylediler. Dediğim gibi birkaç kez “şimdi ne
yazacağım buna” diye arkadaşlarına söylenmiş. Bence birleri sahip çıksın,
kendisini anlasın istiyordu. Sonradan savunmada ne yazdığını aktardım. Bunları
yazmak için kimseye danışmaya ihtiyacı olmazdı, O hissettiklerini paylaşmak,
dertleşmek için bu soruyu sormuş olmalıydı. Birilerinin kendisi gibi
hissettiğini, yaşadığı büyük hayal kırıklığını anladığını görmek istemiş
olmalıydı. Oda ile de ilişki kurmamış. Sıradanlaşmış, günlük soruşturmalardan
biri için büyük davalar peşinde olan Oda yönetimini rahatsız etmek istememiş
olmalıydı.
O gün kimse
halinde bir tuhaflık, farklılık görmemişti. Bir idealist olarak bu koşullarda istediği
gibi bir meslek yaşamı sürdüremeyeceği kanaatine vardığı için gitmek istemişti.
Kimse de anlamamıştı.
Birçok insan
bunu anlayamayabilir ama onun için mesleği, tüm hayatı idi. Her gün ıstırap
çekerek bu mesleği icra etmek onun varoluşuna aykırı idi. O ideali olmadan yaşayamayanlardandı.
İdealini ise politikacılar, hastalar, meslektaşları ve meslek örgütü hepimiz
birlikte öldürmüştük.
İdealinin
öldüğünü ve yapayalnız olduğunu anlayınca……..