ÜÇ ÖYKÜ ÜZERİNDEN MERHAMETİN PSİKODİNAMİKLERİ
Doğan Şahin
I-GARİP
DAYININ ÖYKÜSÜ
Bize ilk geldiklerinde sanırım on-on bir yaşlarındaydım. Altmış yaşlarında
evli bir adamdı. Kendisi gibi, sessiz, sakin bir karısı ve bizim yaşlarımızda
çocukları vardı. Arapgir’de otururduk ve babamın konumu dolayısıyla bize çok
köylü gelirdi. Köylüler genellikle mahcup, çekingen olurlardı ya da şehre
geldiklerinde öyle davranırlardı ama bu adam bir başkaydı. Uzaklara, görmediğim
bir yerlere bakıyordu. Sanki tam olarak olduğu yerde değildi, başka bir yerde
daha bulunuyormuş gibiydi.
Sonra gene geldiler, aklımda kalmıştı adam. Babama sordum, “Bu adamın neyi var?” diye.
Sonra gene geldiler, aklımda kalmıştı adam. Babama sordum, “Bu adamın neyi var?” diye.
O zaman öğrendim, Ermeni tehciri sırasında bütün ailesi öldürülmüş. 4-5 yaşlarında bir çocukmuş o zaman. Çocuğu
olmayan bir köylü almış, köyüne götürmüş. Ne idiyse adı, unutmuşlar ya da
öğrenmemişler bile. Adını Garip koymuşlar. Müslüman olarak yetiştirmişler.
Biraz büyüyünce köyün hayvanlarını otlatmaya başlamışlar. Çoban olmuş yani. Dağlarda,
koyunların ardında dolanıp durmuş. Sonra aynı köyden yoksul ve öksüz bir Türk
kızıyla evlendirmişler. Çocukları olmuş, yaşayıp gidiyorlardı.
Ermeni meselesini ilk o zaman duydum. Oysa Arapgirliydim. Biz ortaokula giderken (1970-1973) aşağı yukarı 10 kadar Ermeni ailesi vardı. Komşularımız vardı, esnaflar vardı. Ayakkabıcı Yeznik Amca, kuyumcu Sarkis Amca, basmacı Artin Amca vardı.
Bize derlerdi ki Arapgir’in Birinci Dünya Savaşı öncesi 30-40 bin nüfusu vardı. O yıllarda nüfus 6-7 bin gibi bir şeydi. Ben sanırdım ki, bu kadar insan Yemen’de, Trablusgarp’ta savaşta ölmüş.
Babam 1911, babamın babası 1888, annemin babası 1900 doğumluydu. Onlardan şunu öğrendim. Arapgir’den en az on bin Ermeni toplanmış. Annemin babası şöyle anlatırdı: Ermeniler sormuşlar “Nereye götürüyorsunuz bizi?” Askerler, “Murat Paşa’ya götürüyoruz” demişler. Murat’a yani, Fırat’ın büyük koluna. Dedem derdi ki, Fırat günlerce kan aktı.
Başka köylerde de böyle çocukların alınıp büyütülmüş olduğunu öğrendim, ama çoğu kız çocuğuymuş. Ergen kızlar, gelinlik çağında kızlarmış. Evlenmek için götürülmüşler. Kimi kendisi evlenmiş, kimi de oğluna gelin götürmüş.
Hep düşünürdüm, o çocuklar nasıl yaşamışlardır. Özellikle büyük olanlar; ailelerini öldüren insanların karısı olmak, onların çocuğunu doğurmak nasıl hissettirmiştir diye. Kardeşlerinin, analarının, babalarının, akrabalarının yasını nasıl yaşamışlardır. Daha doğrusu nasıl yaşamışlardır, nasıl öldürmemişlerdir kendilerini?
İnsan hakkında, iç dünyası hakkında o zaman düşünmeye başlamıştım. Hala da düşünürüm. Bir şey anlamam. İnsanın ne zalimlikteki ölçüsüzlüğünü ne de zulme bu denli dayanabilmesini anlayamam.
Ama en çok da hep kendini aklayabilmesini, hatalarını suçlarını unutmasını ve yaptığı kötülüklerden, verdiği acılardan utanmamasını anlayamam.
Ermeni meselesini ilk o zaman duydum. Oysa Arapgirliydim. Biz ortaokula giderken (1970-1973) aşağı yukarı 10 kadar Ermeni ailesi vardı. Komşularımız vardı, esnaflar vardı. Ayakkabıcı Yeznik Amca, kuyumcu Sarkis Amca, basmacı Artin Amca vardı.
Bize derlerdi ki Arapgir’in Birinci Dünya Savaşı öncesi 30-40 bin nüfusu vardı. O yıllarda nüfus 6-7 bin gibi bir şeydi. Ben sanırdım ki, bu kadar insan Yemen’de, Trablusgarp’ta savaşta ölmüş.
Babam 1911, babamın babası 1888, annemin babası 1900 doğumluydu. Onlardan şunu öğrendim. Arapgir’den en az on bin Ermeni toplanmış. Annemin babası şöyle anlatırdı: Ermeniler sormuşlar “Nereye götürüyorsunuz bizi?” Askerler, “Murat Paşa’ya götürüyoruz” demişler. Murat’a yani, Fırat’ın büyük koluna. Dedem derdi ki, Fırat günlerce kan aktı.
Başka köylerde de böyle çocukların alınıp büyütülmüş olduğunu öğrendim, ama çoğu kız çocuğuymuş. Ergen kızlar, gelinlik çağında kızlarmış. Evlenmek için götürülmüşler. Kimi kendisi evlenmiş, kimi de oğluna gelin götürmüş.
Hep düşünürdüm, o çocuklar nasıl yaşamışlardır. Özellikle büyük olanlar; ailelerini öldüren insanların karısı olmak, onların çocuğunu doğurmak nasıl hissettirmiştir diye. Kardeşlerinin, analarının, babalarının, akrabalarının yasını nasıl yaşamışlardır. Daha doğrusu nasıl yaşamışlardır, nasıl öldürmemişlerdir kendilerini?
İnsan hakkında, iç dünyası hakkında o zaman düşünmeye başlamıştım. Hala da düşünürüm. Bir şey anlamam. İnsanın ne zalimlikteki ölçüsüzlüğünü ne de zulme bu denli dayanabilmesini anlayamam.
Ama en çok da hep kendini aklayabilmesini, hatalarını suçlarını unutmasını ve yaptığı kötülüklerden, verdiği acılardan utanmamasını anlayamam.
Benden merhamet konusunda bir yazı yazmam istendiğinde Ermenilere
yapılanları yazmak istedim. Yukarıda anlattığım hikâyeyi anımsadım.
II-DEDELERİMİN ÖYKÜSÜ
Sonra bana bunları anlatan annemin babasını düşündüm. Bana Ermenilerin
başına gelenleri, üzülerek, içi yanarak anlatan dedem, bu büyük zulme karşı
hiçbir şey yapmamıştı. Annemin babası bir köylü idi, kendi halinde bir çiftçiydi
yani. Pek bir şey yapması mümkün de değildi belki, ama bu acı gerçeği unutmuş,
hayatına devam etmişti. Başkaları gibi o da bu meseleyi bir sır olarak
saklamış, pek konuşmamıştı.
Diğer dedem, babamın babası daha güçlü biriydi, bir
toprak ağasıydı. Babamın dedesi, yani babaannemin babası ise yörenin en büyük
aşiretinin, Atma aşiretinin reisiydi ve nahiye müdürüydü. Geçen sene bir web
sitesinde okuduğuma göre Ermeniler aralarında temsilci seçip, büyük dedeme bu
göç ettirilme kararını durdurması için başvurmuşlar. Ama dedem, gidip valiyle
konuştuktan sonra, yapabileceği bir şeyin olmadığını, göç ettirilme emrinin hükümetten
geldiğini, kendisinin durduramayacağını bildirmiş. Bunu okuyunca şunu sordum
kendime, acaba ne kadar ısrarcı oldu, mesela bir şey yapmayacaklarına dair
kefil oldu mu? Teminatlar verdi mi? Yoksa talepleri iletip, ne dendiyse tamam
mı dedi? Bunun sadece bir göç ettirilme olacağını mı düşünüyordu, ona ne
denmişti? Başka ne yapılabilirdi?
Acaba dedem canından korktuğu için mi bir şey yapmadı diye de düşündüm ama
gene geçen sene Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşunu okurken, Maraş işgal
edilince Anadolu ve Rumeli Mudafai Hukuk Cemiyeti’nden dedeme telgraf çekilip
yardım istendiğini onun da aşağıdaki telgraftan da anlaşılacağı üzere canından
çekinmeden yardıma gittiğini öğrendim.
Faziletli Efendim Hazretlerine, Sevgili
vatanımızın aksam-ı mübarakesinden Maraş’ın medeniyet barbarları tarafindan
tahrip ve nüfus-u İslamiyenin katli ve imhasıyla…Zuhur-u mektubunuzdan
anlaşılmıstır. Bu hal karşısında Maraş daru’l-cihadına koşmak farz olduğu
şüphesizdir. Söz bir tarafa bırakılmalı derhal faaliyete geçmeliyiz…Bu civarda
bulunan aşiret halkı ve eli silah tutanlar canını esirgemez. Bütün aşiretim
feda-i cana hazırdır, erzak ve silah temin ediniz……..”
“Atma
Aşireti Reisi Çıplakzade Battal.”
Demek ki dedem canından çekindiği için değil, ya olacakları öngöremediği
için ya da hükümet tarafından kötü bir şey yapılmayacağına, bunun bir güvenlik
önlemi olduğuna inandırıldığı için bir şey yapmamıştı. Ya da hükümete hak
vermişti.
Ben olsam acaba baktım ki hükümet bu kararı uygulayacak, canımı tehlikeye
atıp insanları kurtarmaya çalışır mıydım? Ya da “öleceksek beraber ölelim” der
miydim? Hz. Hüseyin olsaydı, Pir Sultan olsaydı, Deniz Gezmiş olsaydı ne
yapardı? Kaç kişi acaba kendi ahlakı böyle bir şeye tanık olmayı kabul
etmeyeceği için ölmeye razı olurdu?
Belki de Maraş’a gitmeye karar verirken de Ermenilerin sürülmesine karşı
bir şey yapmamaya karar verirken de ölüm tehlikesine dair bir muhasebe yapmış,
birinde kendi dindaşları söz konusu olduğu için ölüm riskini daha kolay göze
alırken diğerinde göze alacak bir aidiyet duygusu hissetmemiştir. Belki Fransızlara
karşı savaşmayı kendi varlığını korumak açısından bir zorunluluk olarak
görürken Ermenilere korumak için savaşmakta kendisi veya aşireti ya da milleti
için bir ölüm kalım meselesi olarak değerlendirmemişti. Be
Annemin babasına dönecek olursam, ben sorana kadar kimseye anlatmamıştı belki
ben sormasam konuşmayacaktı da. Bir önceki kuşak yaşananları biliyor ama bize
aktarmıyorlardı. O yaşıma kadar
başkasından da duymamıştım bunları, sonra birçok kişiden birçok hikâye dinledim
ama normalde üstü örtülmüş, kapatılmış, bir sır olarak saklanmıştı.
Dedem
iyi bir insandı, merhametliydi. Gençken ceviz ağacından düşmüş ve iki bacağı
felç olmuştu, ellerini kullanarak hareket eder, yürüyemezdi. Arıcılık yapardı.
Yeni kovandan ayrılmış, kızgın deli oğulları bile eldivensiz, maskesiz,
elleriyle alıp yeni kovanlara koyardı. Hiçbir arı onu sokmazdı. Doğayla,
hayatla barış içinde, sevgi dolu bir insandı. Ama keklik avlardı. Çok keklik
avlardı, birileri onu eşeğe bindirir, o haliyle dağa gider, nasıl avlanıyorsa
bir sürü keklikle dönerdi. Biz
Arapgir’de otururduk, o köyde yaşardı ve bir sürü keklikle ziyaretimize
gelirdi. Herkes gibi biz de kendisini çok sever, çok sevgi dolu bulurduk.
Arılarla özel ilişkisi dolayısıyla köylüler ona kutsallık atfeder, “dede”
derlerdi. 30 yıl kötürüm yaşadıktan sonra bir gün, bir çeşmenin yanında öğlen
uykusuna dalmış, rüyasında Hz. Ali’yi görmüş. Rüyasında Ali ona “Kalk yürü
İbrahim” demiş. Uyanmış, ayağa kalkmaya çalışmış, bakmış kalkabiliyor, sonra
küçük adımlar atmayı denemiş, atıyor. Köylüler dedemin köye yürüyerek geldiğini
görünce bu mucizeyi de onun Allah'ın sevgili bir kulu olmasına, Ali sevgisine
bağlamışlar.
Böyle
bir insan keklikleri niye öldürürdü ki, acımaz mıydı? Gerçi o dönemde etrafta
keklik veya başka eti yenen bir hayvanın avlanmasını yanlış bir şey olarak
algılayan tek bir kişi yoktu. Biz de memnuniyetle yerdik, yazıktır, günahtır
demeden. Şimdi biri avlanmış keklik getirse çok kötü hissederim. Demek ki,
merhametin kültürel bir yanı var. Kültürle en çok etkileşen ruhsal yapımızı
süperegomuz olduğuna göre ne kadar merhametli olup olmayacağımız süperegomuzun
nasıl şekillenip gelişim gösterdiğine göre belirleniyor olabilir.
III-BENİM ÖYKÜM
Sene 1979 olmalı, Maraş’a ya da o dönemde yapılan
başka bir katliama yakın bir zamandı. Üniversite öğrencisiyiz ve yurtta
kalıyoruz. Yurt o dönemde tamamen solcuların elinde. Başka kimse kalmıyor, yurt
idaresi de geri çekilmiş durumda, yurtta her şey öğrencilerin elinde. Bir gece
birkaç kişi tarafından uyandırıldık. Bir durum var gelin dediler. Gittik.
Yurtta kalan bir çocuk yakalamışlar. Bizim yaşlarda bir öğrenci. Ailesi de
kendisi de MHP’li. Çocuğu dövmüşler. Hakkında bilgi almışlar. Defterlerine,
dolabına bakmışlar. Çok aklı başında biri gibi görünmüyordu. Ama sonuçta Maraş’ta, Çorum’da katliamlar
olurken bu katliamlarda ülkü ocaklarının ve MHP’nin katılımı belli iken, gelip
solcuların elindeki bir yurtta kalmak çok büyük bir risk almak demekti. Gerçeği değerlendirmekle ilgili bir sorunu olması
gerekirdi. Çocuğu iki arkadaşımla beraber grubun elinden aldık, bir odaya
götürüp yatırdık. Sabaha da yolladık gitti.
Çocuğu dövmeleri bana çok merhametsizce gelmişti. Yaklaşık
bin kişinin kaldığı bir yurtta tek başına bir çocuk. Evet, kalanların güvenliği için yurtta kalması
uygun olmayabilirdi ama dövülmesi, işkence edilmesi, konuşturulması? Bunların
olmaması gerekirdi. Kimsenin kimseyi itip kakmayacağı, aşağılamayacağı, eziyet
etmeyeceği bir dünya kurma hayali olan insanların, o dünyayı kurarken de
kimseye eziyet etmemesi gerekmez miydi? Neydi insan haklarına duyarlı olması
beklenen gençlerin, öfke ve kinle o kadar merhametsizce davranmalarına neden
olan şey?
Kin, intikam ve düşmanlık duygusu merhametin ortaya
çıkmasını engelliyor olsa gerek. İnsanlar karşı tarafta gördüklerine, düşman
bellediklerine zulüm edebiliyorlar veya gösterilen zulmü hoş görüyorlar. Demek
ki merhamet, karşı tarafı nasıl algıladığımızla da ilgili bir duygu. Kötü ve
zararlı olarak algılıyorsak, bize ve sevdiklerimize kötülük edenlerden olduğunu
düşünüyorsak, merhamet duygumuz ortaya çıkmıyor. Bir insanı sırf kötü olarak
algılamak, onun içindeki insani yanları ihmal etmeyi gerektirdiğine göre, hiç
merhamet duymadan zulüm edebiliyorsak, bu en azından bu durumda bölme
mekanizmasını kullandığımızı gösterir. Bu da kimlik bütünlüğümüzün olmadığını
ya da kırılgan olduğunu düşündürür.
IV-KISSALARDAN
HİSSELER
Sanırım en az iki türlü merhamet var. Birincisi mazlumla yapılan
özdeşleşme dolayısıyla hissedilen acı ve bu acıyı dindirmek için bir şey yapma
isteği. Bu durumda mazlumla özdeşleşip acı çekiliyor ve zalime kızgınlık ve
öfke duyuluyor. Belki bu öfke ileride, zalim olarak algılanan birilerine zulüm
etmeye neden oluyor. Ama zulüm yapmaya dönüştüğünde gene saldırganla özdeşimin
bir çeşidi meydana gelmiş oluyor. Mesela yukarıda anlattığım yurt hadisesindeki
şiddet bunun bir örneği olabilir.
İkincisi ise bu acıyı sürdürmek
istemeyen egonun, saldırganla özdeşleşip, mazlumu suçlayarak acıdan kaçması ile
başlıyor. Birçok insan bu tutumu sorunsuz bir şekilde ilelebet sürdürüyor. Bunun
çok örneği var. Ağır ve dermansız bir hastalığa
yakalanan birine kızarız, çünkü üzülmemize yol açar ve bizi çaresiz bırakır.
Ayrıca onu kaybetmekten de korkarız, yani bizi korkuttuğu için de kızarız. Yani
üzüldüğümüz ve korktuğumuz için kızarız, anlayamadığımız için değil. Onu
suçlarız, niye sağlığına dikkat etmedin ya da neden sigara içtin ya da iyi
beslenmedin diye. Ya da işkence gören yakınımıza
kızarız, elimizden bir şey gelmediği ve çok üzüldüğümüz ve belki çok
korktuğumuz için sonunda ona kızmaya başlarız, “Niye bu işlere bulaşıyorsun?”
diye. Büyük bir kuvvet, zayıf bir şeyi çaresizliğin içine ittiğinde
elimizden bir şey gelmiyorsa ve güçlü olandan çekiniyorsak, korkuyorsak
genellikle zayıf olana kızarız. Bir yanıyla saldırganla özdeşleşmedir.
Saldırgan ama güçlü olanla özdeşleşme.
Ama daha örgütlü daha gelişmiş süperegosu olanlarda, ahlaki
gelişimi daha yüksek olanlarda egonun bu çözümü kullanması süperegonun, egoyu
suçlu hissettirmesine yol açar. Son aşamada ego, işlemi tersine çevirip,
mazluma yönelik duygusunu merhamete dönüştürür.
Freud ise merhamet duygusunun oluşumunda başka bir reaksiyon
formasyondan (karşıt tepki oluşturma) bahsediyor, daha iyi durumda olmaktan
duyduğumuz sevincin reaksiyon formasyonundan. Bazı kişilerde, bazen mazluma
yönelik merhamet hissinde bu reaksiyon formasyonun da rolü olabilir ama ben
farklı biçimlerde oluştuğunu düşünüyorum.
Bu demek ki kötü durumda olanla, acı çekenle yapılan
özdeşleşme ve empatiye dayanan merhamet için egonun acı çekebilme kapasitesinin
yüksek olması gerekiyor
Egonun acı çekme ve yas tutabilme kapasitesi yanında
ve belki aynı zamanda ego idealinin egoyu desteklemesi de bu ilk merhamet
halinin sürdürülmesine katkıda bulunuyor olabilir. Kişinin ego ideali ne kadar
başkalarına yardım etmeyi ve mazlumun yanında olmayı idealize ediyorsa, kişinin
acı çekenle özdeşleşmesi daha kolay oluyor ve daha uzun sürüyor olabilir. Yani
bir insanın idealize ettiği kişiler Hz. Hüseyin gibi, Pir Sultan gibi, Deniz
Gezmiş gibi mazlum ama cesur insanlarsa merhamet tarafında kalması daha mümkün
olabilir. Öte yandan idealize ettiği ve özdeşleştiği kişiler Yavuz gibi, Cengiz
Han gibi merhametsiz olabilen ya da o özellikleri ile idealize edilen kişilerse
belki mazlumun halini görmekte ve onlarla özdeşim kurmakta zorlanacaklardır.
Merhametle ilgili bir diğer mesele de bizim üzmek
durumunda kaldığımız birine karşı ne kadar bencilce ya da özgeci
davrandığımızdır. Birçok durumda istemediğimiz için yapmadığımız bir şey
dolayısıyla üzülen insanlar olur. Mesela özlemediğimiz birinin, bizi çok
özlemiş olduğunu anladığımızda onunla görüşmeyi kabul edip etmememizle ilgili şu
olasılıklar söz konusu olabilir.
1)
Daha önce çok özlediğimizi biri ile o
istemediği ya da ulaşamadığımızı için görüşememiş ve bundan acı çekmiş
olabiliriz. Birinin bizim çektiğimiz acıyı çekmesi bizde eski acıları
canlandırdığından, ona da bu acıyı vermek istemez ve merhameten görüşebiliriz.
Bunu yaparken aynı zamanda o vakitler bizi üzdüğü için kızdığımız kişi gibi
“kötü” veya “zalim” değil, kendimizi iyi ve merhametli biri olarak algılamış
oluruz.
2)
Daha önce benzer bir deneyim yaşadığımız
için başkaları da yaşasın isteyebiliriz ve hatta belki özellikle başkalarının
da başına gelmesinden memnun olabiliriz.
Kendi çektiğimiz acının başkalarınca da çekilmesi yaşadığımız acıyı
azaltabilir. Vaktinde bize karşı “merhametsizce” davranmış kişi gibi davranmak
bir çeşit saldırganla özdeşleşme, onun yaptığını tekrarlama, onun safına geçme
halidir. O zaman hissettiğimiz zayıflığı hissetmeye gerek yoktur çünkü biz de
artık güçlüyüzdür.
Kohlberg’in, ahlaki gelişimle ilgili önerdiği
basamaklardan esinlenerek ben de özellikle başkaları ile ilişkiler ve merhamet
eksenli yeni bir ahlaki düzey şeması öneriyorum.
- En ilkel düzeyde ahlak
sahibi olanlar için belki tarihteki ilk etik kural, durduk yerde kimseye
zarar vermemek gerektiğini kabul etmektir. “Bir çıkarın yoksa mesela
malını elinden almak, yağmalamak için yapmıyorsan, sırf zevk olsun diye
kimseye zarar verme, öldürme.”
- İkinci düzey, herhangi bir
nedenle birini öldürmeyi reddetmektir. “Her hangi bir çıkar elde etmek
için birini öldürmen gerekiyorsa, bu çıkarından vazgeç.”
- Üçüncü düzey, sadece
öldürmemeyi değil, ne amaç olursa olsun kimseye zalimce davranmamak
gerektiğini kabul etmektir. “Önemli de olsa hiç bir amacın için kimseye
zulüm etmeyeceksin.”
- Dördüncü düzey,
eylemlerinin başkalarına duygusal ya da maddi bir zarar verip vermediğine
özen gösterme düzeyidir. “Bir çıkarın söz konusu ise bunun başkalarına
zarar verip vermediğine dikkat edeceksin”
- Beşinci düzey, toplumsal
yararları, kendi çıkarlarından üstün görme düzeyidir. “Toplumun çıkarlarını kendi çıkarlarından
üstün bileceksin”
- Altıncı düzey, insanlığın
çıkarlarını, ulusal çıkarlardan üstün görme düzeyidir. “İnsanlığın genel
çıkarı ile bağdaşmıyorsa ulusal çıkarlarından vazgeçebileceksin”
- Yedinci düzey, başkalarını
korumak ve ahlaki ilkeler için kendi canından vazgeçebilme düzeyidir. “İnsanlığın
geleceği için, başkaları zarar görmesin, ölmesinler diye kendi canından
dahi vazgeçebileceksin”
Bugün ikinci ile üçüncü düzey arasında olduğumuzu, en ilkel
evre olan birinci evreye hatta bundan da gerisi olan tümden ahlak dışı olma
evresine (istediğin gibi davranabilirsin) geri dönüş açısından ciddi bir riskin
söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Geleceğimiz, başkalarına, bizden
olmayanlara, azınlıklara, zayıflara yapılanlara karşı nasıl bir tutum
aldığımız, hangi tutumların toplumsal norm olması için çabaladığımıza göre belirlenecektir.